şiddet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
şiddet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Yumruk

Özgür Gürbüz-BirGün / 10 Ocak 2024

Foto: shahreboye on unsplash
 
Ata sporumuz güreş değil boksmuş meğer. Yumruklayan yumruklayana. Aslında cinayetlere, “maganda dehşeti”, “cinnet” deyip geçiştirmeye alışmış bir ülke için yumruklaşmak iyileşme bile sayılabilir. Şiddete karşı verdiğimiz sınavda o kadar kötü bir yerdeyiz. Kitlesel lanetleme ve kınama kapsamına girmeyen örgütsüz ve örgütlü şiddet eylemleri sıradanlaştı. Ülkedeki çetelerin sayısını sayamaz olduk. Hukuksuzluk ve kutuplaşmayla birlikte şiddet, bu ortama göz yuman iktidarın destekçilerini hatta imamları bile hedef almaya başladı. Umarım son olaylar herkesin aklına başına getirir.

Çok geriye gitmeye gerek yok. Sadece son bir aydaki kadın cinayetlerine baksak, şiddetin bu ülkenin en büyük sorunlarından biri haline geldiğini rahatlıkla görebiliriz. Aralık ayı boyunca erkekler 30 kadını ve bir çocuğu öldürdü; 38 kadına karşı şiddete başvurdu. İstismar ettikleri 5 kız ve oğlan çocuğu var. (Bianet-Erkek şiddeti Çetelesi) Kadınları öldüren 25 fail erkekten sadece 10’u tutuklandı. Cinayetlerin 21’i ateşli silahla işlendi. Liste uzun.

11 Aralık 2023’te hakem Halil Umut Meler, eski AKP milletvekili, Ankaragücü takımının başkanı Faruk Koca tarafından saldırıya uğradı. Meler’e yumruk atan Koca tutuklanmış, iki hafta sonra ise tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmıştı. Dünkü duruşmada Koca hakem Umut Meler’i, “seni öldüreceğim” şeklinde tehdit etmediğini iddia etti. Yan hakem ve Meler ise tehdit olduğunda ısrarlı. Koca, tutuksuz yargılanmak üzere adliyeyi terk etti. Kadınları tehdit eden eski eşlere, sevgililere gösterilen konukseverlik Koca’ya da gösterildi.

İstanbul'da Filistin'e destek yürüyüşünden dönen ve elinde tevhid bayrağı olan şahsa "Siz Arap sevicisiniz" diyerek yumruk atan Ege A. ise tutuklandı ve dokuz gündür tutuklu. Bu olaydan sonra bazı dinci isimler bile eleştirilerinde, yürüyüşçülerin karşılık vermesi halinde olayların büyüyebileceğini yazdı. Biri Ege A.’ya tokat atmıştı bile. Sırtlarını iktidara yaslayanlar, şiddetin şiddeti doğuracağını belki de ilk kez gördüler.

Birkaç defa bu köşede yazdım. Türkiye şiddete o kadar alıştırıldı ki bu sanıldığı gibi sadece iktidara yakın duranların bir tercihi değil, bugün muhalefette olanların da başvurabileceği bir eylem biçimine dönüştü. Kabulü var. İktidarın gücüne güvenenlerin ve şiddetle, tehditle karşı görüşleri baskılamaya çalışanların en büyük yanılgısı bu. Ege A.’nın saldırı nedeni, politik duruşu önemli bir gösterge. Ülkedeki bölünmüşlük, kabul görmüş şiddetle birleşince nereye savrulacağımızı kestirmek zor. Kolluk kuvvetleri bile şiddetin toplum içinde bir kavgaya dönüşmesinde farklı uçlara savrulabilir. Şeriat özleminin toplumun büyük bir bölümünü tehdit ediyor olması ve buna rağmen tarikatlara verilen ödünler, Anayasa Mahkemesi’ne yapılan saldırıyla hukuk ve adalete inancın tamamen rafa kaldırılması insanlara, “kendi başının çaresine bak” mesajını veriyor. Onlar da bakıyor.

İktidar yanlıları şeriat pankartlarının yanında tuttukları ‘tevhid’ bayraklarının başka bir anlama geldiğini söyleyedursun, İstanbul’da bir cami imamı “Allahu ekber” bağırışlarıyla bıçaklandı. Dincilere göre bu slogan da inançlarının bir parçası ve masum. Ben ve birçok kişinin aklına ise bu sloganı duyduğumuzda Sivas ve diğer katliamlar geliyor. Tekbirin katliamla, arapça yazılmış bayrakların Işid vari örgütlerle ilişkilendirilmesi birilerinin “cahilliği” değil. İslamı toplumsal yaşamı belirleyecek bir ülkü kabul edenlerin şiddetle aralarına çekemedikleri o çizginin bir sonucu. Evrensel hukuka, demokrasiye, laiklik ve bireysel özgürlüğe saygı duymamalarıyla ilgili. İnsanların, diledikleri gibi yaşamalarına izin vermeyecek herhangi bir rejime karşı gardını alması normal. İş yumruklaşmaya dökülürse bunun ülkeyi savaş alanına çevirme tehlikesi var. Şiddeti içselleştiren ve zaman zaman siyasi söylemlerine alet eden hükümet ise hiç oralı değil. Hatırlayın, mevcut hükümetin ortağı MHP Genel Başkanı Bahçeli, Kılıçdaroğlu’na yapılan yumruklu saldırı sonrası, “O adama yumruk attıracak kadar ne yaptın sen Kemal Kılıçdaroğlu” demişti. Bu iktidar sokaktaki çocuğunuzu maganda şiddetinden bile koruyamaz.

Kazananı olmayacak bu yumruklaşmaların sona ermesinin bir tek yolu var. Bireylerin silahlarına el koymayla başlayacak, şiddeti adalet önünde tarafına bakmadan en ağır biçimde cezalandıracak ve aklımızdan, dilimizden çıkaracak büyük bir kampanyaya ihtiyaç var. Toplumun büyük bir kesiminin desteğini alacak bu hareketi muhalefetteki partiler, sivil toplum başlatmayacaksa kim başlatacak?

Patileri kim kesti

Özgür Gürbüz-BirGün/18 Haziran 2018

Sakarya’da patileri kesilen ve hayata veda eden köpeğin haberini gördüğümde aklıma rahmetli Cemal Şener’in anlattığı olay geldi. Alevilik-Bektaşilik üzerine yaptığı çalışmalarla bilinen Cemal Şener’le Sivas Katliamı’nın hemen sonrasında bir kitap fuarında tanışmıştım. Nefes dergisini çıkarmışlardı. Yerel bir gazeteye ve sağa sola yazdığımı öğrenince yazılarımı istemiş, sonra da dergide yazmamı istemişti.

Bir gün Cemal Şener’le sohbet ediyorduk. Bana Malatya’da bir cemevinde yaşananları anlattı. Bilenler bilir, ‘cem’ ibadetine ‘rızalık alınarak’ başlanır. Önce ‘dede’ ya da ‘ana’ “benden razı mısınız” diye sorar sonra da ceme katılanlar birbirinden ‘rızalık’ alır. Şikayeti olan ve ceme getirmeden çözemeyen orada derdini söyler. Malatya’da da öyle olur. Biri kalkar ama şikayeti kendi adına değildir. Şu kişi benim köpeğimi incitti (tekmeledi), ondan razı değilim der. Köpeğe zarar veren kişi kalkar ve özür diler ama dede araya girer. “Senin rızalığını biz veremeyiz, köpeği getirin” der. Köpeği ceme alırlar, köpek kendisine zarar veren insanı görünce hırlamaya başlar. Dede, köpeğe kötü davranan kişiye bir sonraki ceme kadar o köpeğin gönlünü alması gerektiğini söyler. Bu süre boyunca köpeğe zarar veren kişi, hayvana yaklaşmaya çalışır, onu besler ve sever. Yeniden cem ibadeti için toplanıldığında köpek tekrar içeri alınır ve kendisine kötü davranan kişinin yanına getirilir. Bakarlar ki, köpek o insanı affetmiştir, kendisini sevdiriyor; herkes razı gelir.

Malatya’da yakın tarihte yaşanmış bu olayı aklımda kaldı kadarıyla anlatmaya çalıştım. Bu ülkenin hamurunda neler olduğunu hatırlatmak için verebileceğim onlarca örnekten biri bu. Hiçbir zaman şiddetsiz, barışçıl bir toplum olmadık ama son yıllarda şiddetin dozu arttı. Sokaklarda insana saldıran taksici çetelerden, akademisyenlerin kanında duş almak isteyen mafya babalarına kadar her şey var. Yanı başımızda böyle öğretiler, kültürler ve dini inançlar varken ne oldu da biz pati kesen, hayvanlara tecavüz eden, öldüren bir topluluk olduk?

Her şeyden önce şiddetin bireysel bir eylem olmadığını anlamamız gerek. Sokakta biri bir başkasını dövüyorsa bilin ki aslında toplum o kişinin ardındadır. İnsanların herkesçe yanlış kabul edilen eylemlerde bulunmayacağına inanıyorum. Ufak destekler bile suça motive eder. Bu yüzden de şiddeti öğretmeyi, övmeyi, normalleştirmeyi hayatımızdan çıkarmak ilk yapılacak iş. Televizyonlardaki dizilerde bugün ne övülüyorsa sokakta gördüğümüz o. Kurtlar Vadisi izleyen,  yarışma programlarında birbiriyle kavga edenlere bakıp gülen, siyasi liderlerden nefret söylemi ve ötekileştirmeyi öğrenen çocukların, başkalarına farklı davranmasını beklemeyin.

Televizyonlarından banka numarası takip eder gibi, ‘etkisiz hale getirilen terörist sayısını’ takip eden bir nesil öldürmenin kötü bir şey olduğunu unutur.

Şehit dendiği için bir insanın aslında ölmesi gereken yaştan çok önce öldüğünü algılayamayan gençler ölümün acısını anlayamaz. Yaşam değersizleşir.

14 yaşındaki Berkin’in annesi yuhalatılırsa toplum acılarını paylaşamaz; insanlar yalnızlaşır.

Barış istediği için hapse atılan 14 öğrenciye sahip çıkamayanlar, tüm hayatını koca bir hapiste geçirmeye başlamıştır ama fark edemez. Halbuki bu ülkenin John Lennon’larıydı o çocuklar.

Kavga edenlerin karşı tarafı suçlaması ya da mazeret bulması hep o ‘şiddeti haklı çıkarma ihtimaline’ yapılan bir göndermedir. Toplum şiddeti kayıtsız şartsız reddetmedikçe, “o başlattı”, “tahrik etti” gibi binlerce mazeretten birine prim verdikçe şiddet uygulayanlar toplumdan aldıkları bu güçle başkalarına zarar vermeye devam eder. Bu yüzden de yapılacak ikinci iş mazeret kültürünü yok etmek olmalıdır. Yoksa yarın biri çıkar, “o köpek bana havladı, pati attı, çocuğumu korkuttu” der.

Devletlere düşen ise başkadır. Şiddete yardım ve yataklık eden mazereti, öğretiyi ve mağdur edebiyatını toplumların hafızasından çıkarmak, yasalardan silip atmak, suça fırsat tanıyan her koşulu ortadan kaldırmak devletlerin ve onların icracı organları hükümetlerin görevidir. Türkiye’nin en büyük sorunu da burada yani hükümettedir. Köpeği insanla eş tutan kutsal öğretiler unutulduysa, televizyonlarda bunlar değil küçük çocuklara tacizi onaylayan, suça mazeret bulmaya çalışan, bir kere olduysa boş verin diyenler boy gösteriyorsa Sakarya’daki köpeğin başına gelenlerden hükümet sorumludur. Oy atarken Sakarya’daki meleği, yurtlarda tacize uğrayan çocukların ve şiddete maruz kalan insanları düşünün. Tüm canlılar için şiddetsiz, başka bir dünya için oy verin.

Silahlarınızı bırakın

Özgür Gürbüz-BirGün/31 Temmuz 2015

Barışı koruma telaşının her konudan daha önemli olduğu günlerdeyiz. Kimsenin kimseyi öldürmediği, nefret etmediği, sokağa çıkarken başıma ne gelir diye düşünmeyeceği bir Türkiye kurana dek mücadele etmek bu ülkede yaşayan herkesin artık görevi. En başta da ülkeyi yönetenlerin ancak şu ana kadar izledikleri politikalar şiddeti durdurmak yerine körüklüyor.

Ülkede en basit kuralları bile denetleyecek merci kalmamışa benziyor. Sokağa çıkan herkes her gün onlarca hak ihlaline uğruyor. Bu ülkede yaşayanların trafikten yolsuzluğa, adaletten asayişe kadar birçok alanda güvenecekleri bir kurum kalmadı. Beyzbol nedir diye sorsan bilen olmaz ama milletin arabalarından beyzbol sopaları, bellerinde silah eksik olmuyor. İstanbul’un göbeği Taksim’de taksilerin mafya benzeri tavırlarına göz yumuluyor, hastanelerde tedaviyi beğenmeyen hasta doktor dövüyor.

Meclis’te kadınları sözlü şiddetle susturmaya çalışanlar, sokakta kadınları döven ve öldürenlere örnek oluyor. Neyse ki ülkedeki başıbozukluğa karşı duran ve hizmet aşkıyla yananlar da var; Rize Valisi gibi. 652 bin lirayı daha hızlı hizmet için makam aracına harcayan valilik, bundan sonra bölgedeki çevre eylemlerine, ‘lüks cipleriyle’ giden eylemcilerden daha hızlı ulaşıp asayişi sağlayabilecek.

Siz de benim gibi ortada bir başıbozukluk, yönetememe durumu görmüyor musunuz?

Ülkede aslı astarı olmayan söylentilerden yola çıkan bir grup günlerce ‘çekik gözlü turist’ avına çıktı. Sokakta turistlere saldıran bu gruptan kimse tutuklandı mı? Kimse ölmediği için ortada suç da yokmuş gibi davranıldı. Bu ülkede sokakta sevmediğin birini dövmenin, dövmeye kalkmanın cezası yok mu?

Bunlar bize hafif gelir diyorsunuz değil mi? Patlayan bombaların, faili meçhullerin ülkesinde yaşıyoruz. Savaşın ve barışın politikacıların hamasi nutuklarıyla gelip gittiği, keyfilerine göre gençleri ölüme sürükledikleri Türkiye’de yaşıyoruz. Futbol taraftarlarının zaferlerini ölerek ve öldürerek kutladığı Türkiye’de şiddetin hepimiz evinde, belleklerinde ve hayatında yer etmemesi için hepimize görev düşüyor. Silahlarımızı bırakmalıyız. Sadece eli silahlılar değil, siviller, eli sopalılar, sözü can yakanlar, dili nefret kokanlar; hepimiz silahlarımızı bırakmalıyız.

Bu işe pratik ve somut adımlarla başlamalıyız. İnsanların birbirilerini boğazlamak üzere olduğu ülkede yasal bir düzenlemeyle tüm silah ruhsatları iptal edilmeli. Üzerinde silah hatta bıçak ve beyzbol sopası bulundurmanın cezası ciddi şekilde arttırılmalı. Eline döner bıçağı, pala alıp sokağa fırlamak, hapisle cezalandırılmalı. Bunlar çoktan yapılmalıydı ama bir politikacı bile çıkıp bu tedbirleri gündeme getirmedi. Kimsenin gıkı çıkmıyor çünkü uyuşturulduk, şiddete, kavgaya alıştırıldık. Şiddetle zehirlendik biz.

Sadece yasal zeminde değişiklikler sorunu çözmeye yetmez. Erkeğin kadına, büyüğün küçüğe, iktidar ve para sahiplerinin muhalefet ve yoksula şiddet içeren baskılarına son vermeliyiz. Hem kendi kendimiz terbiye etmemiz hem de bu konuda yasal düzenlemelere gitmemiz gerekiyor. Başbakanın, valinin, patronun, polis memurunun ‘vatandaşa’ kötü söz, hakaret söylediğinde cezalandırılması gereken günlerdeyiz.

Evde karınıza, kocanıza veya kardeşlerinize, fiziksel şiddet ve kelimelerle saldırının bitmesi gerekiyor. Şiddetsizlik hareketi her yeri kapsamalı. Sivil itaatsizlik eylemlerinin üzerine gazla, copla ve sopayla yürüyen polisi de, polise taş atan eylemciyi de, metroda, trafikte birbirine küfür eden ‘masum’ vatandaşı da.

Gezi’de günlerce Taksim’i işgal edenler hiçbir dükkanı talan etmeyerek, kırıp dökmeyerek, ‘duran adam’ gibi şiddetsiz eylemleriyle tüm Türkiye’ye bunun olabileceğini gösterdiler.

Sadece silahlı örgütler değil herkes silahını bıraksın. Birbirimizi yok ederek sorunu çözmek dışında başka bir çözüm öneriniz varsa söyleyin. Abarttığımı düşünüyorsanız sokağa çıkın, okuduğunuz gazeteleri değiştirin ve gerçek Türkiye’yi görün. Ya silahlarımızı bırakacağız ya da hep beraber bu zehri tadacağız.

Kartopu

Özgür Gürbüz-BirGün/22 Şubat 2015 

Sokakta kocasından dayak yiyen kadınları gördüğünüzde vitrinin arkasına saklandınız.
Minibüste tecavüze uğrayan kadının çığlıklarını duymamak için müziğin sesini açtınız.
Otobüste tacizcilere sırtını döndünüz, manzarayı seyrettiniz.
Sokakta kadınlara laf atanlara ‘sırıtarak’ destek oldunuz.
Taciz eden gençlerin omuzlarını sıvazlayarak abilik yaptınız.
Dövülen, tacize ve tecavüze uğrayan kadınları görmezden geldiniz.
Ne menem bir şey olduğu belli olmayan ‘erkekliğinizi’, evde karınıza ve kızınıza ‘namus’ nutuk ve dayakları atarak sözüm ona yücelttiniz.

Nuh Köklü
Ayakkabı kutularıyla götürenleri gördüğünüzde yoktunuz.
Alkole ve içkiye karşıydınız ama silaha bayıldınız.
Çocuklar biber gazı kapsülleriyle öldürülürken buhar olup, uçtunuz.
Aksatmadığınız Cuma namazlarını, bakara makaracıları görünce unuttunuz.
Annesinin dizini görüp tahrik olanları ‘hoca’ ilan ettiniz.
Altı yaşındaki çocuklar evlenebilir diyenleri televizyondan ‘saf saf’ seyrettiniz.
Ama şu kartopu yok mu kartopu,
Camınıza geldi diye sokağa fırladınız.
Kartopu oynayan gül gibi bir insana bıçak sapladınız.
Sokakta kartopu oynayıp mutlu olan insanlara tahammül edemeyecek kadar esir olduğunuz mutsuz ve zavallı hayatınızla başkalarını zehirlemek için kartopunu bahane ettiniz.
Ne erkekmişsiniz siz! Ne delikanlı…
Ne dindar, ne namuslu…

***
Nuh’la Nokta dergisinde çalıştığı yıllarda tanıştık. 20 yılı geçmiş. Bizim kuşaktandı Nuh Köklü. Özgür yaşardı, kimseye karışmazdı ama bildiğini söylemekten de çekinmezdi. Nice ‘cengâver’ gazetecinin korktuğu, Sabah’taki sendika mücadelesine katılmaktan da çekinmemişti. Kendinden başka kimseye zararı yoktu. Nuh kartopu yüzünden öldürülmedi. Bu düzene destek olanlar, sessiz kalanlar ve oy verenler yüzünden öldürüldü. Çocuklar ekmek almaya giderken, gazeteciler kartopu oynarken öldürülmesin istiyorsanız bu ülkenin kaderini değiştirin. Önümüz seçim. Ya kartopu oynayanları seçeceğiz ya da kardan adamı bile öldürenleri.

***
Meclis’teki İç Güvenlik Paketi görüşmelerini ibretle izliyorum. Türkiye’de demokrasiyi savunan herkesin ‘üzerine yürüyen’ ve şiddet uygulayan bir iktidarla karşı karşıyayız. İç Güvenlik Paketi de devlet eliyle yapılan baskıyı meşrulaştırmaya çalışıyor. Ülkedeki şiddet olaylarının artmasının ardında ülkeyi yönetenlerin olduğu unutulmamalı. Dış politikadan, ülkedeki demokratik protestolara kadar her türlü sorunu şiddetle çözmeye çalışan ve bu saldırgan, ötekileştiren dili iyiden iyiye içselleştiren hükümet ateşle oynuyor. Meclis’teki şiddetin sokağa daha sert yansıyacağı unutulmamalı. Ege Üniversitesi’nde yaşananlar bunun bir örneği.

İktidarın seçimi bir anlamda ülkenin geleceğini belirleyecek. Şiddeti, silahı meşrulaştırmaya devam ederlerse muhalefetin de benzer araçları kullanacağını görmek lazım. Türkiye, hem bireysel silahlanmanın hem de kaba kuvvetle karşısındakini sindirmenin giderek daha fazla egemen olduğu bir ülke haline geldi. Bizi her fırsatta ‘12 Eylül zamanına dönmekle’ korkutanlar adım adım o günleri geri getiriyor. Bu felaket senaryosundan kurtulmak için hâlâ vakit var. Bireysel silahlanmanın yasaklanması ilk adım. İktidar ve muhalefetin üst düzey temsilcilerinin karşı karşıya gelerek siyasi konuları tartışması da tansiyonu düşürebilir, siyaseti normalleştirir. Eğitimde ve medyada da ayrımcı ve şiddet içeren yayınlar kaldırılmalı. Aksi takdirde, Meclis’te gördüğümüz, üniversite ve sokağa sıçrayan şiddet eylemlerinin tüm ülkeye yayılması, artması an meselesi.

Kobane ve sivil itaatsizlik

Özgür Gürbüz-BirGün/12 Ekim 2014

Vicdani retçiler, barış eylemcileri ve pasifistler için en zor zamanlar, havada kuşların değil kurşunların uçtuğu günlerdir. Bu zamanlarda kimse söze, vicdana kulak vermek istemez, şiddet hayata egemen olur. Pasifizm ve sivil itaatsizlik zayıf, etkisiz eylem biçimleri sanılır ve küçümsenir. Gandi’nin İngiliz İmparatorluğu’nu sivil itaatsizlik eylemleriyle dize getirdiği unutulur. Halbuki otoritenin ve zorbanın en korktuğu eylem ona itaat edilmemesidir. Cumartesi Anneleri ve Gezi’nin gücü kalabalık olmalarından değil, ısrarla otoriteye boyun eğmemelerinden gelir. Zorunlu din dersine girmemek, celp kâğıdını yırtmak ve kesilecek ağaçların önünde durmak sivil itaatsizlik eylemleri arasında sayılabilir.

Sivil itaatsizlik eylemleriyle diğerleri arasında ince bir çizgi var. Bu eylemlerin genelinde bir yasa değişikliği talep edilir ya da adil olmayan bir yasanın, uygulamanın kaldırılması istenir. Eylemden önceki tüm seçeneklerin denenmiş olması önemlidir. İtaatsizlik saklanmaz, şeffaflık ve şiddet içermeyen eylem ön plandadır. Eylemci tutuklanmayı, yargılanmayı göze alır. Bu, konunun gündeme taşınmasının bir parçasıdır. Gandi meşhur tuz eylemine başlamadan önce İngilizlere mektupla haber bile vermiştir. Güvenlik güçlerine karşı sözlü ya da fiziksel şiddete başvurmaz ancak itaat etmez. Karakola mı götüreceksin, taşıyıp götüreceksin der. Çıkış noktası genelde politiktir. Kamu vicdanına seslenmeyi amaçlar, bir grubun çıkarı için yapılmaz.

Soru şu. IŞİD gibi bir örgütle karşı karşıya kaldığınızda oturma eylemi yapabilir misiniz? Kobane’de IŞİD’i sivil itaatsizlik eylemleriyle durdurabilir misiniz? Hayır. IŞİD bir devlet ya da otoritesini yasalardan alan bir yapı değil. Çete reisi veya bir sultan gibi, kararları anlık ve hukuksuz. Gandi’nin zafere ulaşmasının bir nedeni de karşısındaki gücün kurumsallığıdır. Devlet terör örgütü veya çete gibi davranamaz. Davranırsa karşısına aldığı halk da öyle davranır ve iş işten geçer. Türkiye’deki eylemlerde ‘şiddetsizlik’ sınırının belli zamanlarda aşılmasında devletin ya da otoritenin, konumunu unutup şiddete başvurması ya da emrindekilerin şiddetine göz yummasının rolü de büyüktür.

Buradan, ‘IŞİD’i sivil itaatsizlik eylemleriyle durdurmak mümkün değil’ sonucunu çıkarmayalım. Soruyu doğru zamanda sorabilseydik belki IŞİD ortaya çıkmadan onu durdurabilirdik. Suriye’ye müdahaleye karşı sokakları işgal edip, oturabilseydik. İmza kampanyalarıyla her gün görünür olabilseydik. Batı’nın Ortadoğu’yu anlamama yeteneğine şapka çıkarmadan, Esad’ı destekliyor gibi görünmekten korkmadan, “savaş hiçbir sorunu çözemez” diyerek, Suriye’ye giden TIR’ların önüne yatıp yolları kapatabilseydik. Hep birlikte ve aynı anda, sınırlarımızdan Suriye’ye kimin ve nelerin geçtiğinin açıklanmasını isteyen dilekçeler yazarak, kamu kuruluşlarına telefonlar açarak onları çalışamaz hale getirseydik. Daha da önemlisi, ortada İŞİD bile yokken, silahlanmaya, palalılara, düğünde gelini vuran çifteye karşı çıkabilseydik, bugün Esenyurt’ta, Gaziantep’te ve Bingöl’deki ölümleri durdurabilirdik. Sözün kısası, belki de bu kötü günleri görmeden, savaşın daha az can almasına neden olabilirdik. Belki de olamazdık ama denemedik.

Barış eylemcileri, pasifistler ve savaş karşıtlarının bugün etkisiz olmaları onların eylem biçimlerinin güçsüzlüğünde değil, aslında bu ülkede yaşayan herkesin şiddet içeren eylemlere öyle ya da böyle güvenmesinden kaynaklanıyor. IŞİD kapıya gelmeden yapılacakları yapmadığımız için şimdi savaşı ve silahı konuşuyoruz. Hatalarımızı, eksikliklerimizi kabul edersek gelecekte yolu şiddetten geçmeyen bir barış umudumuz olabilir. Farkındayım, bu yazdıklarım Kobane’yi İŞİD’in elinden kurtarmayacak ama belki geleceği kurtaracak. Evet, sadece belki ve eğer hepimiz istersek.

Sahadaki şiddet ve ırkçılık sürpriz mi?

Özgür Gürbüz-Birgün/22 Nisan 2012
Granada-Real Sociedad maçından bir görüntü. Foto: E. Aslan

Fenerbahçeli Emre Belezoğlu, Trabzonspor’la oynadıkları maçta rakibi Didier Zokora’ya hakaret ettiği gerekçesiyle iki maç ceza aldı. Trabzonspor ise Emre’nin sözlerinin ırkçı söylem olduğunu iddia ediyor ve yargıya başvuruyor. Video görüntülerinde her şey açık diyor. Söylendiği iddia edilen kelimeleri yazmak bile zor. İşin doğrusu eninde sonunda ortaya çıkar. Kararı alan yedi üyeden üçünün Emre’nin sözlerini ırkçı söylem şeklinde yorumladıklarını da anımsatalım.

İki gün sonra, Beşiktaş-Galatasaray maçında yaşananlar da bu olayın üzerine tuz-biber ekti. Galatasaray’da oynayan zenci futbolcu Ebuoe, bazı Beşiktaşlı taraftarların ırkçı hakaretlerine maruz kaldı. Maçtaydım, Ebuoe’ye ‘maymun’ diye bağırıldığını kulaklarımla duydum. Arkama dönüp o kişileri bulmayı denedim ama bir türlü yakalayamadım. Bu ırkçı hakaretin az sayıda kişi tarafından tekrarlanmış olması suçu hafifletmez. O taraftarları susturamayan herkes benim gibi suça ortak oldu. Maçta neredeyse 90 dakika boyunca edilen küfürler ise bir başka dertti. Sahadaki futbolcu ve hakemlere saldıranlar ise bence potansiyel katil kabul edilmeli. “Pardon, saatiniz kaç?” diye sormak için sahaya inmedikleri ortada. 

DİLDE AYRIMCILIK VE ÖTEKİLEŞTİRME
Sporda ırkçılık ve şiddet tabi ki bu hafta ortaya çıkmadı. Beşiktaşlı Les Ferdinand’a tüküren futbolcuları hatırlayın. Toplumun ötekileştirmeyi, ırkçılığı nasıl kanıksadığını da unutmayalım. Zencilere ‘gündüz feneri’ diyerek espri yaptığını düşünenlerin çoğunlukta olduğu bir yerdeyiz. Bu ülke Ermeni kelimesini hakaret niyetine kullananlarla dolu. İstanbul’dan Bitlis’e gidenlere ‘taşındı’, Bitlis’ten İstanbul’a yerleşenlere ise ‘göçtü’ deniyor. Dilde ayrımcılığın başka örnekleri de var. Çingenelere Romen, Yahudilere Musevi diyoruz; azınlıkların gerçek kimliklerini söyleyemeyerek, farklı ırk ve dine mensup olmanın hakaret kabul edilmesinin yolunu açıyoruz.

Futbolda, basketbolda ırkçılığın ve şiddetin görünür hale gelmesi kimseyi yanıltmasın, sokağın spor salonunu ziyaret etmesinden başka bir şey değil yaşanan. Futbolda bugün yaşananlara şaşırmak için Türkiye’de ırkçılığın ve şiddetin olağanlaşmadığını söylemek gerekir; söyleyebilir misiniz?

15 BİN KOLTUĞA BEŞ MAÇ CEZA
Durum tespiti yapmak bir işe yaramıyor, çözüm de üretmek gerekli. Sporda şiddet ve ırkçılığın önüne geçmek için kısa vadede yapılacaklar arasında cezaları ağırlaştırmak bir seçenek. Maçta olay çıkaranlar, sahaya inenler, oyunculara tükürenler veya sahaya yabancı madde atanlar için cezalar arttırılabilir. İngiltere’de kameralar saha içinde ve dışında bu kişileri tespit ediyor, onları uzun süre hatta ömür boyu spor karşılaşmalarından men edilebiliyor. Hiç unutmuyorum, 2007 yılındaki Galatasaray-Fenerbahçe maçında tribünlerdeki koltukların neredeyse tamamı (bazı gazetelerde 15 bin koltuk deniyor) sahaya atılmıştı. Hakem, oyuncular hayati tehlike altında olmasına rağmen maçı bile iptal etmedi. Sahanın kenarları koltukla doldu. Galatasaraylı seyircilerden çok azı bu eylemden dolayı ceza aldı. Bu olay holiganlarından yakındığımız İngiltere’de olsa Galatasaray’ın küme düşürülmesi veya bir sezon seyircisiz oynaması bile gündeme gelebilirdi. Galatasaray’a beş maç seyircisiz oynama cezası verildi. 2009 yılında Bursa ile Diyarbakırspor arasında oynana maçta Bursa taraftarı, “PKK dışarı”, “Apo’nun …leri” diye bağırdı. Bursaspor’a sadece 100 bin lira para cezası verildi. Bu komik cezalar bile başlı başına ırkçılığa, şiddete verilmiş bir ödül değil mi? Cezaların yetersizliği işin bir boyutu.

Ülkede ırkçılık ve şiddetle mücadelede ceza sışında eğitimin rolü de çok önemli. Bu ülkede insanlar, ‘bankada, postanede sıraya nasıl girilir onu bilmeden’ liseyi bitiriyor. Matematik, fizik kadar bu konuların da okullarda anlatılması lazım. Oturmuş haftalardır dini eğitimi tartışıyoruz. Dini eğitimin şu anda yüzleştiğimiz onlarca soruna çözüm getirmeyeceği ortada. Beşiktaş’ın son maçında sahaya sandalye atanların, tüm maç ağza alınmayacak küfürleri edenlerin maçta birkaç kez de ‘tekbir’ getirdiklerini hatırlatalım. Dinin bireylerin ahlaklarına etkisi artık çok sınırlı. Deniz Feneri meselesinden sokakta küfür eden, kavga eden dindar insanlara kadar bu konuda bin tane örnek var. Dindar olduğunu iddia eden politikacıların nutuklarında bile ayrımcılık, ötekileştirme içeren unsurlara rastlanıyor. Güzel ahlaklı insanın değil, zengin olanın iyi kabul edildiği bir düzen bu.  

Granada-Real Sociedad maçında bir çocuk. Foto: E. Aslan
TÜM KÖTÜLÜKLERİN KAYNAĞI
Bundan birkaç hafta önce İspanya’da Granada-Real Sociedad futbol maçını, Zagreb’de ise Cibona Zagreb-Cedevita basketbol maçını izledim. İki maçta da kadın ve çocuk seyircilerin sayısı gözle görülür derecede fazlaydı. İki maçta da bira satışı serbestti (demek ki içki tüm kötülüklerin kaynağı değilmiş). Taraftarlar her iki maçta da yan yana oturuyordu. Zagreb maçında sonuç üçüncü uzatmadan sonra belli oldu. Hayatımda izlediğim en çekişmeli basketbol maçlarından biriydi ama taraftarlar arasında en ufak bir itişme bile yaşanmadı. Granada maçı bol gollü ve gerilimliydi. Ev sahibi 4-1 kazandı, Sociedad’dan bir oyuncu kırmızı kart gördü ve teknik direktörü de hakeme itirazı nedeniyle oyundan atıldı. Bir de tartışmalı penaltı pozisyonu vardı. Maç bitti, iki takımın taraftarları yan yana stadı terk etti. Hakemin kafasına sandalye, bıçak veya su bidonu atılmadı. Bir stat dolusu insan içki içiyor ve en ufak kavga bile çıkmıyorsa, trafikte, statta ve evde alkolsüz olmalarına rağmen dakika başı birbirine saldıran insanların ülkesinde bir şeyler yanlış gidiyor demektir. Şiddeti ve ırkçılığı normalleştiren her söylemi ortadan kaldırmalıyız.

HAKEMLER BASKI ALTINDA
Son sözüm de hakem sorunuyla ilgili. Türkiye’de hakemlerin bu kadar kötü olmasının ardında medyanın da rolü büyük. Televizyonlarda her önüne gelen, maçtan sonra hakemler veya futbolcular hakkında ileri geri konuşuyor. Hakem maça, ‘Acaba 20 milyon insan maçtan sonra benim hakkımda neler duyacak’ korkusuyla çıkıyor. Bu durumda sağlıklı karar vermesi zor. İngiltere’de maç özetleri normal kanallarda 3-4 dakika sürer. Bizde bütün gece devam ediyor. Önerim maç sonrası programlarının özet görüntülerle sınırlandırılması. Eleştirmeyi ve eleştirinin hakaret ve ithamlardan arındırılmasını öğrenene kadar bu uygulama devam etmeli. 

Tüm bu önlemlerin alınmasını engelleyen tek şey sporun kapitalizme teslim edilmiş olması. Bahislerden, TV gelirlerinden vazgeçemeyen spor endüstrisi, gelir kaybına uğramamak için oyunun ne olursa olsun devam etmesini istiyor. Bu nedenle sahada futbolcuların ölmesine, ırkçı ve şiddet dolu saldırıların sıklaşmasına göz yumuluyor. Maçı kaybetmek üzereyiz, uzatmaları oynuyoruz kimse oralı değil.