Özal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Özal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Covid-19 ve Çernobil

Özgür Gürbüz-BirGün/ 8 Mayıs 2021

Çernobil nükleer kazasının üzerinden 35 yıl geçti. Türkiye, Çernobil felaketiyle mücadelede sınıfta
kalmıştı şimdi ise başka bir sınavdan geçiyor. Covid-19 salgını boyunca Erdoğan hükümetince yapılan hatalar, 35 yıl önce Çernobil faciasını eline yüzüne bulaştıran Özal hükümetinin icraatlarını andırıyor. Bu iki felaketin karşılaştırması, 35 yıldır yerimizde saydığımızı gösteriyor.

26 Nisan 1986 günü Çernobil’in 4 numaralı reaktöründe meydana gelen kazanın ilk yönetim hatası, bu büyük felaketi dünyadan ve Sovyetler Birliği’nde yaşayanlardan saklanmaya çalışılmasıydı. Sovyet yönetimi, kimi iddialara göre birliğin çöküşüne de götürecek o büyük hatayı yaptı ve kazayı gizlemeye çalıştı. Bölgede yaşayanların tahliyesi kazadan 36 saat sonra başladı. Radyasyon İsveç’te ölçüldü ama Sovyetler kendisine yöneltilen soruları, “kazanın kontrol altında olduğunu” söyleyerek geçiştiriyordu. Halbuki uydu görüntüleri durumun öyle olmadığını gösteriyordu; elbette değildi. 1 Mayıs’ta Kiev’deki kutlamalar iptal edilmedi. Halk bayramı radyasyon bulutlarının altında kutladığının farkında değildi. Gorbaçov’un halka Çernobil’den bahsettiği ilk gün 14 Mayıs 1986’ydı.

Vaka sayıları ve radyasyon gizlendi

Türkiye’de ilk covid vakası 11 Mart 2020’de açıklandı. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca o tarihten itibaren günlük vaka sayılarını açıklamaya başladı. Basının sorularının yanıtlanması ve düzenli toplantılar, şeffaf bir yönetim varmış izlenimi yaratmıştı. Ne var ki, doktorlar, hasta yakınları ve mezarlıklardan gelen bilgiler açıklanan vaka sayılarının doğruluğu konusunda şüphe uyandırmaya başladı. Türk Tabipleri Birliği (TTB) açıklanan sayıların doğru olmadığını söylüyordu. İktidar ortağı MHP’nin Genel Başkanı TTB’yi “bölücülüğün ve terörizmin saklandığı karanlık oluşum” diye suçladı ve kapatılmasını istedi. TTB haklı çıktı. Baskılar sonucunda Koca, 25 Kasım 2020 tarihinde, ilk vakadan sekiz ay sonra gerçek vaka sayısını açıkladı. Daha önceleri sadece semptom gösterenlerin sayısını verdiklerini itiraf etti.

Vaka sayısının saklanması sadece Çernobil’i gizlemeye çalışan Sovyetler’i değil, Türkiye’nin Çernobil’den etkilendiğinini gizlemeye çalışan, 1983 ila 1987 arasında Türkiye’yi yöneten Turgut Özal hükümetlerini de hatırlattı. 2 Mayıs’tan itibaren Türkiye’yi Trakya’dan başlayarak etkisi altına alan Sezyum izotopları, Sinop’tan başlayarak önce Orta Karadeniz’e daha sonra da Doğu Karadeniz’e ulaşmış ve ardından tüm ülkenin üzerinden geçmişti. Dönemin Sanayi Bakanı Cahit Aral ise Günaydın gazetesine verdiği demeçte şöyle diyordu: “Türkiye’de radyasyon var diyenler dinsizdir”. Bu suçlama ile Bahçeli’nin iftirası aslında birbirine çok benzeyen, hedef gösteren ithamlardı.

Para sağlıktan önce gelir

Fahrettin Koca’nın gerçek vaka sayılarını gizleme nedenlerinden birinin, turizm sezonunda Türkiye’nin kara listeye alınmaması olduğu artık neredeyse herkesçe kabul gören bir iddia. İlginç bir tesadüf, Cahit Aral da aynı gerekçeyle radyasyon haberlerinden yakınmıştı: “Radyasyon haberlerinin büyütülmesi yüzünden turizmimiz de ticaretimiz de aksadı”. 1986 ile 2020 Türkiye’sinin ortak özelliği, insan yaşamı ile ticaret arasında tercih yapmak zorunda kalınca istikrarlı bir şekilde “para”yı seçmesi.

Maske dağıtamayanlar iyot tableti nasıl dağıtacak?

Çernobil sonucunda binlerce çocuğun tiroid kanseri olduğunu biliyoruz. Kazadan hemen sonra, birçok çocuğu tiroid kanserinden kurtaracak iyot tablertleri dağıtılsa Çernobil’de kayıplar çok daha az olabilirdi. Koronavirüs salgını Türkiye’nin de Sovyetler gibi nükleer kazaya karşı hazırlıksız olduğunu gösterdi. İnsanlar aylarca 5 adet maske bekledi. Mersin’de nükleer santral yaptıran hükümet, olası bir kazada bölgede yaşayan insanlara birkaç saat içinde bu tabletleri dağıtacak yeteneğe ve onları tahliye edecek organizasasyon gücüne sahip olmadığını 5 adet kağıt maske dağıtamayarak itiraf etti. Salgın sırasında bu yetersizlikleri de görmüş olduk.

Halka başka kendine başka

1986 yılında Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanı olan Ahmed Yüksel Özemre, “Et, süt ve balığı çekinmeden yiyin” derken, dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren de, “Midem rahatsız, onun için ıhlamur içiyorum” diyordu. Evren’e Özal da şu sözlerle katıldı: “Korkamadan çay içilebilir, radyasyonlu çay lezzetli oluyor”. Kenan Evren kamuoyuna bunları söylerken, kendi çayını, radyasyon olup olmadığını öğrenmek için şoförüyle ODTÜ’ye gönderiyordu. Covid-19 ile mücadelede sıkça gördüğümüz bir durum var. AKP hükümeti ve iktidara yakın kişilerin, herkesin uyması için koyulan yasalara uymadığını ve cezalandırılmadığını görüyoruz. Sokakta maskesiz dolaşana, denize girene ceza kesen hükümet, cenazelerde, partisinin kongrelerinde kuralları ve güvenli mesafeyi hiçe sayıyor. Herkese yap dediğini kendi yapmıyor. 80 darbesinin devamı olan hükümetle bugünkü yönetim arasındaki davranış benzerliği ilginç değil mi?

Hep o dış güçler

Salgın ve radyasyonla mücadelede dünyayı kıskandıracak yöntemler bulma konusunda da Erdoğan ve Özal hükümetleri birbiriyle yarışıyor. TAEK Başkanı Özemre’nin övünerek anlattığı bir yöntem, radyasyona bulaşmış çaylarla bulaşmamış olanları harmanlayarak çaydaki radyasyon seviyesinin düşürülmesiydi. Böylece, sınır değerlerin altında radyasyon içeren daha fazla çayınız oluyordu ve piyasaya sürülebiliyordu. Elbette kimse radyasyonda sınır değeri olmaz diyen bilim insanlarını dinlemedi. Aslında her doz zararlıydı, marifet az radyasyon almak değil hiç almamaktı. Bu yöntemle kirlenmemiş çaylar da kirlendi. İktidar, o çayı içen insanların başka kaynaklardan da radyasyon alabileceğini ve aldığı dozun sınır değerlerin üzerine çıkabileceğini düşünmüyordu. Mesele itibarı zedelenen “Türk Çayı”nı kurtarmaktı. Özemre böyle iddia ediyordu: “…Avrupa çay tröstü kendisine kuvvetli bir rakip olarak gördüğü Türk çayını rezil etmek ve pazarladığı Hint ve Seylan çaylarına Türkiye'de pazar açmak için aynı oyuna başvurmaktadır”. Neyse ki “çay tröstü” halkın kanser olması pahasına bertaraf edildi.

Akla ve mantığa aykırı önlemler

Covid salgınıyla “mücadelede” mevcut hükümetin bulduğu yöntemler de 86’daki Özal hükümetini aratmayacak kadar yaratıcı. Covid salgınının yayılmaması için içki, daha sonra gıda dışında neredeyse her şeyi yasaklamak, parkta dolaşamamak ama alışveriş merkezlerine gidebilmek ilk akla gelenler arasında. Turistler hasta olup olmadığını kanıtlamak zorunda olmadan Türkiye’ye gelirken, Türkiye’de yaşayanların denize girmesini yasaklamak da çok konuşulan bir yöntem oldu. Camide toplu halde namaz kılmaya ve stadyumda maç izlemeye izin vermek ama aynı zamanda site bahçesinde yürümeyi yasaklamak da tüm dünyada ilgi gören örnek mücadele önlemleri arasına alındı.

Ünlülerle propaganda her dönemin favorisi

Bir başka yöntem de ünlüleri kullanarak her şeyin normal olduğuna halkı ikna etmekti. Çernobil zamanında da bazı ünlü kişiler hükümetin bu bilim tanımaz işlerini aklamasına yardım ediyordu. Hülya Avşar gibi uzmanlar, “Acı patlıcanı radyasyon çalmaz” diyerek hükümetin politikasını destekledi. Salgının ilk günlerinde verilen konserleri hatırladınız sanırım.

Çernobil’den gelen radyasyon ile koronavirüse karşı, 35 yıl arayla iki “farklı” hükümet tarafından ortaya konulan “mücadele yöntemleri” Türkiye’nin iş, bilim ve yaşama gelince nasıl yerinde saydığının bir göstergesi değil mi?

33 yıl önceki zihniyet işbaşında

Özgür Gürbüz-BirGün/25 Nisan 2019

Yarın 26 Nisan, Çernobil nükleer kazasının 33. yıldönümü. 33 yıl önce Çernobil Nükleer Santralı’nda kimsenin hayal edemeyeceği büyüklükte bir nükleer kaza meydana geldi. Kontrolden çıkan santral her saniye havaya, suya ve toprağa radyoaktivite salıyordu. Santralı merkez alan 30 kilometre yarı çapında bir alanda yaşayan 110 bin kişiyi tahliye etmekse 10 gün sürdü. Toplamda 400 bine yakın kişi evlerinden ayrılmak zorunda kaldı. Çoğu özel eşyalarını bile geride bıraktı. Oradaki her şey radyoaktifti ve vedalaşmaya zaman yoktu.

Sovyetler Birliği’ndeki binlerce insan, aynı günlerde sevdiklerine, eşlerine, babalarına veda etti. Çoğu asker 800 bin kişi, kaza ve sonrasındaki temizlik çalışmalarına katıldı. “Tasfiyeci” adı verilen bu insanların 60 bininin öldüğü, 165 bininin ise sakat kaldığı söyleniyor. Resmi rakamlarda ise bu sayılar azalıyor, insanlıkla doğru orantılı bir şekilde. Amaç nükleer enerjinin gerçek yüzünü gösteren bu felaketi önemsizleştirmekti. Çernobil’den sadece 25 yıl sonra Fukuşima nükleer kazası meydana gelince nükleer endüstrinin gerçeği gizleme çabaları da boşa çıktı.

1986’daki kazadan sadece bugün Rusya, Belarus ve Ukrayna sınırları içerisinde kalan topraklar etkilenmedi. 300 yıl çevresine radyasyon yayacak Sezyum-137 bulutları aralarında Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülkeye kadar ulaştı. Önce Trakya’ya geldi radyasyon bulutları, ikinci dalga ise yağışların da etkisiyle Karadeniz ve özellikle de Doğu Karadeniz’i etkiledi. Radyasyonun havada kalmadığı, toprağa indiği ilk önce çay ve fındıktan anlaşıldı. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, çayda radyasyon olduğunu uzun bir süre inkar etti ve o süre boyunca herkes evlerinde çay içti. 1986 Aralık ayında ise TAEK çayda, kilogramda 89 bin bekerele varan radyasyon olduğunu itiraf etmiş, 58 bin ton çayın gömülerek yok edilmesine karar vermişti. Kararın yürürlüğe girmesi içinse 2 yıl sonra Resmi Gazete’de yayımlanması beklenecekti.

Bütün bunlar olurken dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren, kendi içtiği çayda radyasyon olup olmadığını ölçmeleri için şoförü aracılığıyla ODTÜ’ye çay gönderiyordu. Neden ODTÜ’ye? Çünkü çayda radyasyon olduğunu tüm baskılara karşı halka duyuran ODTÜ Kimya Bölümü’nden Dr. Olcay Birgül, Dr. İnci Gökmen ve Biyoloji Bölümü’nden Dr. Aykut Kence’ydi. Çaydaki radyasyonu ölçüp ortaya çıkarmış, TAEK’i defalarca uyardıkları için başlarına gelmedik kalmamıştı.

Türkiye’deki yetkililerin Türkiye’nin Çernobil’den gelen radyasyondan ciddi şekilde etkilendiğini gizlemeye çalışmalarının bir tek nedeni vardı. Türkiye o sıralarda Akkuyu’da bir nükleer santral kurmak istiyordu. Kamuoyunun, nükleer santralın kaza riski konusunda çevrecilerin uyarılarının doğru çıktığını bilmesi tüm planları suya düşürebilirdi. Türkiye, Sovyetler Birliği gibi kazanın etkilerini gizlemeye çalıştı ama bu belki de binlerce insanın kanserden ölmesine yol açtı. Bugün Karadeniz kanserden kan ağlıyorsa nedeni “nükleer sevdası”dır.  

Çernobil ve radyasyon tartışmaları olurken dönemin başbakanı Turgut Özal, “Azıcık radyasyonlu çay bize faydalı” diyecek, TAEK Başkanı Ahmet Yüksel Özemre ise “Radyoaktiviteyi bilmeyen halkım, rakamı ne yapsın” diyerek olayı geçiştirmeye çalışacaktı.

Aradan 25 yıl geçti. Fukuşima’daki nükleer felaketten sonra dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan ise Riski olmayan hiçbir yatırım yoktur. Yani evinize Aygaz tüpü de koymamak gerekir” dedi.

İşte bu yüzden korkmamız ve nükleere hayır dememiz gerekiyor. 33 yıl önce bin 500 kilometre ötede meydana gelen kazadan bizi koruyamayan zihniyet yine işbaşında ve evimizin yanıbaşına, Mersin ve Sinop’a nükleer santrallar yapmak istiyor.