Çernobil’in 28. yılında nükleer enerji -3

BirGün gazetesi için hazırladığım üç günlük yazı dizisinin üçüncü ve son bölümü. İlk bölüm için lütfen buraya, ikinci bölüm içinse buraya tıklayınız. 

 TÜRKİYE’NİN NÜKLEER İNADI PAHALIYA PATLAYACAK

Özgür Gürbüz-BirGün/28 Nisan 2014

Adalet ve Kalkınma Partisi, 2004’ten bu yana nükleer santral kurmak için çabalıyor. Mersin ve Sinop’ta kurulmak istenen nükleer santraller için Rusya ve Japonya ile anlaşmalar imzalandı. 12 Mayıs 2010 tarihinde Rusya Federasyonu ile yapılan uluslararası anlaşmaya göre Mersin’in Akkuyu mevkiinde 4 bin 800 megavat (MW) kurulu gücünde bir nükleer santral kurulmak isteniyor. Rus devlet şirketi Rosatom Türkiye’deki faaliyetlerini Akkuyu NGS adlı bir şirket üzerinden yürütüyor. Şirket yüzde 100 Rus sermayeli ve istese bile en fazla yüzde 49 hissesini satabiliyor. Anlaşmaya göre Türkiye, ilk iki reaktörün üreteceği elektriğin yüzde 70’ini, diğer iki reaktörün üreteceği elektriğin ise yüzde 30’unu 15 yıl boyunca Akkuyu NGS A.Ş.’den satın alacak. Fiyatı da belli, kilovatsaat (kWs) başına 12,35 dolar sent (26 kuruş). Sinop için de 3 Mayıs 2013 tarihinde benzer bir anlaşma imzalandığı ve bu defa 20 yıl boyunca 11,80 dolar sentlik bir alım garantisi verildiği belirtiliyor. Belirtiliyor diyoruz çünkü anlaşma metni aradan geçen bir yıla rağmen kamuoyuyla paylaşılmadı. Sürecin gizli yürütülmesi Sinop projesine özgün değil. Mersin’de nükleer santral yapmak için alınması gereken yer lisansı süreci, daha önce eksik bulunduğu için iade edilen Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) raporunun son hali aynı bu anlaşma gibi kamuoyundan gizleniyor. Nükleer enerjiyi savunan hükümet yetkilileri, nükleer karşıtlarıyla tartışmaya yanaşmıyor. Şeffaf bir süreç işletilmiyor. Türkiye’nin nükleer projeleri demokrasi açısından sorunlu ama tek sorun o değil. Nükleer enerjinin maliyeti de tartışmalı.

Nükleer enerji ucuz mu?
Bozcaada rüzgar santrali - Foto: O. Gurbuz
Nükleer santrallerde en büyük maliyet kalemi santralin kendisi. İlk yatırım maliyeti neredeyse elektrik fiyatının dörtte üçünü oluşturuyor. Bu nedenle nükleer santraller çoğu zaman gizli ya da açık, devlet desteğine ihtiyaç duyuyor. Akkuyu ve Sinop’taki projelerin her biri 20-25 milyar dolar. Türkiye bu finansmanı karşılayamayacağı için yatırımı yabancılara yaptırıyor ama her iki santrale de ‘alım garantisi’ veriyor. Sinop’ta kamu kuruluşu EÜAŞ’ın yüzde 35 payla ortaklığı da söz konusu. Alım garantisi, santrallerin üreteceği elektriğin devlet tarafından belirlenmiş bir fiyattan satın alınması demek. Nükleer enerjinin ucuz olup olmadığını anlamak için Türkiye’de yenilenebilir enerji kaynaklarına verilen alım garantileriyle nükleeri karşılaştırdık. Türkiye, Akkuyu santralinden üretilecek elektriğin kilovatsaatini 12,35 dolar sentten alacak. Herhangi bir rüzgar veya hidroelektrik santralden üretilen elektriğin 1 kilovatsaatini 7,3 dolar sentten, jeotermali 10,5, güneş ve biyokütle santrallerinde üretileni ise 13,3 sentten satın alıyor. Hesap ortada. Bir kilovatsaat elektriği rüzgardan alırsa, devletin kasasından 5 sent daha az para çıkıyor. Üstelik, nükleere verilen alım garantisi Mersin’de 15, Sinop’ta 20 yılken, yenilenebilir kaynaklara verilen taahhüt 10 yılla sınırlı. Türkiye’deki alım garantileri adeta ‘kral çıplak’ diyor ve ‘ucuz nükleer’ masalını boşa çıkarıyor.

KAZA VE SÖKÜM MALİYETLERİ
Nükleer enerjinin pahalı olmasında santrallerdeki kaza ve sızıntıların önemli bir payı var. Çernobil kazasının yüz milyar dolarlarla ifade edilen maliyetini bir kenera bırakalım. Her kaza veya sızıntı, aynı hatanın tekrarlanmaması için santrallerdeki güvenlik önlemlerinin arttırılmasına neden oluyor. Bu da ek maliyetler getiriyor. Bulgaristan’da, Çek Cumhuriyeti’nde nükleer projelerden vazgeçilmesinin ardında bu santrallerin pahalı olması yatıyor. ABD Enerji Bilgi İdaresi’nin (EIA) 2014 yılına ait raporu buna iyi bir örnek. EIA, 2019’da faaliyete geçecek, gelişmiş, yeni bir nükleer reaktörden elektrik üretmenin maliyetinin kWs başına 9,6 sent olacağını tahmin ediyor. Aynı yıl faaliyete geçecek bir rüzgar türbini ise 8 sent maliyetle elektrik üretiyor. Bu rakam hidroelektrikte 8,45, jeotermalde 4,79 ve güneşte 13 sent. Bu hesaplamalar sadece ilk yatırım, yakıt ve işletme giderleri üzerinden yapılmış. Nükleer santrallerin söküm ve binlerce yıl radyoaktif kalan atıklarının depolama, bakım maliyetleri hesaba dahil değil.

Nükleer enerjinin tek rakibi de yenilenebilir enerji kaynakları değil. EIA’nın tahminine göre, doğalgaz ve kömür santrallerinde 1 kWs elektrik üretim maliyeti 6,4 ile 9,5 sent. Ve bu kaynaklar aynı rüzgar ve hidroelektrik gibi devlet desteğine ihtiyaç duymadan kurulabiliyor. ABD’de geçen yıl dört nükleer reaktör (Crystal River-3, Kewaunee, San Onefre 2-3) kapatıldı. Bunların üçü tasarım ömürlerini doldurmamıştı. Başta doğalgaz olmak üzere rekabete dayanamadılar. San Onofre santralinin iki reaktörü için 4,1 milyar dolarlık bir söküm maliyeti hesaplandı. Bu rakamı esas alarak tahmin yaparsak, Akkuyu ve Sinop santrallerinin radyasyona bulaşmış parçalarını sökmek için 20 milyar dolar daha gerekecek. 

Türkiye nükleere mecbur mu?
Türkiye 2013 yılında 240 milyar kWs elektrik tüketti. 2012’ye göre elektrik tüketimi yüzde 1,3 oranında arttı. Hükümetin beklentisi bu artışın en az yüzde 5,3 olmasıydı. Yüksek talep tahmini ise yüzde 7,4’tü. 2011’de yüzde 9 artan elektrik talebi, 2012’de yüzde 5,1 ve 2013’te de yüzde 1,3 oranında artarak düşüş eğiliminde olduğunu gösterdi. 2014 sonunda artışın yüzde 4,6 olması beklense de, büyüme rakamlarının yüzde 2’lerde kalması halinde 2013 benzeri düşük bir artış kimseyi şaşırtmaz. Nükleer santralleri gerekli göstermek için kullanılan en önemli argümanın 2-3 yıldır geçerli olmadığı ortada.

Nükleer santraller sadece elektrik enerjisi üretebiliyor. Bu nedenle nükleer yerine hangi kaynaktan, daha ucuz ve çevreci elektrik üretebiliriz diye bakmak akıllıca bir yol olur. Çevrecilerin sıkça kullandığı “rüzgar, güneş bize yeter” sloganı, rakamlarla desteklenebilir. Hükümetin de kabul ettiği güneş enerjisi potansiyeli 380 milyar kWs. 240 milyarlık tüketimin çok üstünde. Halihazırda, 3 bin megavat kurulu güçle elektrik tüketiminin yüzde 3’ünü sağladığımız rüzgar enerjisinin, 45 bin megavatlık ekonomik potansiyeli daha var. Bu iki teknolojinin en büyük avantajı elektrik üretim maliyetlerinin giderek azalması. Makina Mühendisleri Odası Enerji Çalışma Grubu Başkanı Oğuz Türkyılmaz, hidroelektrik, rüzgar, güneş, jeotermal, yerli linyit ve biyogaz kaynaklarından 700-750 milyar kWs’lik bir üretimin gerçekleştirilebileceğini söylüyor. Bugünkü tüketimin 3 katı büyüklüğünde bir potansiyelden bahsediyor. Türkyılmaz ayrıca, enerjiyi verimli kullanarak yüzde 25 oranında tasarruf sağlanabileceğine de işaret ediyor. Bu, enerji verimliliği tedbirleri arttırılsa, Türkiye dörtte bir oranında az elektrik/enerji harcayarak aynı üretimi yapabilir demek. Türkyılmaz’ın reçetesinde nükleer, yeni ithal kömür ve doğalgaz santrali yok. Çevreciler hidroelektrik, linyit gibi kaynaklara sıcak bakmıyor, zaman zaman bazı rüzgar projeleriyle ilgili şikayetlerini de dile getiriyor. Bu tartışmalı kaynakları dışarıda bıraksak bile Türkiye’nin Sinop ve Mersin nükleer santralleri devreye girdiğinde üreteceği yaklaşık 80 milyar kWs’lik elektriği başka kaynaklardan hatta sadece enerjiyi verimli kullanarak karşılayabileceği söylenebilir. Bu durumda son sözü nükleer mühendis Prof. Dr. Tolga Yarman’a bırakmalı. Yarman, nükleer enerji kararının teknik değil, siyasi olduğunu söylüyor. O halde hükümet bu siyasi kararının gerekçelerini halka açıklamalı.

-BİTTİ- 

Çernobil’in 28. yılında nükleer enerji -2

BirGün gazetesi için hazırladığım üç günlük yazı dizisinin ikinci bölümü. İlk bölüm için lütfen buraya tıklayınız. 

NÜKLEER RÖNESANS HAYAL OLDU 

Özgür Gürbüz-BirGün/27 Nisan 2014

Nükleer enerjinin en büyük şansı 1973’teki petrol kriziydi. Kriz, birçok ülkede paniğe neden oldu ve o zaman sınırlı olan seçenekler içinde nükleer enerjinin yıldızını parlattı. Fransa bu paniğin en iyi örneğidir. Bugün Fransa’da çalışır durumda 58 nükleer reaktör var ve elektrik ihtiyacının yüzde 73’ü nükleer santrallerden sağlanıyor. Bu 58 reaktörün 36 tanesi, petrol krizinden hemen sonra başlatılan nükleer enerji hamlesi sonucu 1977 ile 1989 yılları arasında kurulmuştur. 1977’ye kadar kurulan reaktörlerin birçoğunun düşük kapasiteli olduğu da düşünülürse, Fransa’nın bugün sahip olduğu kurulu gücünün o paniğin sonucu olduğu açıkça görülebilir. Fransa, 1999 yılından sonra sadece bir reaktör inşa etti. Bugün yapımı süren tek reaktör (Flamanville) ise aynı Finlandiya’daki ikizi gibi mali bir felakete yol açtı ve ne zaman faaliyete geçeceği bilinmiyor.

Rakamlarla dünyada nükleer enerji
Petrol krizinin hızıyla nükleer enerjiyi kurtuluş sananların birçoğu, ABD’deki Üç Mil Adası kazasıyla irkildi. Çekirdek erimesi, yani reaktörün kalbindeki yakıt hücrelerinin hasara uğraması, bununla birlikte nükleer reaksiyonun kontrolden çıkması nükleer endüstrinin korkulu rüyasıdır. Üç Mil Adası’nda kısmen bir çekirdek erimesi yaşanması başta ABD olmak üzere bazı ülkelerde tedirginlik yaratsa da, nükleerden kaçış Çernobil’le başladı. 1986 yılında dünyadaki elektrik tüketiminin yüzde 11’i nükleer santrallerden sağlanıyordu. Çernobil’den sonra yeni siparişlerin durması, nükleer enerjinin yükselme eğilimine de darbe vurdu. Mevcut inşaatların tamamlanmasıyla 1997’de nükleer enerjinin küresel elektrik üretimindeki payı yüzde 17’lik tarihi zirvesini gördü. Dünya enerji tüketimine katkısı ise yüzde 6 civarındaydı çünkü nükleer santraller sadece elektrik üretebilirler. Fosil yakıtlar ve yenilenebilir enerji kaynakları ısı ve elektrik üretebildikleri için nükleere karşı hep avantajlıdır.

Nükleer endüstri Çernobil sonrası akıllı bir manevrayla kabuğuna çekildi. Çernobil’in unutulmasını beklemekten başka çareleri yoktu. 2000’den sonra Çernobil’in unutulduğunu düşünen nükleer lobi tekrar atağa geçti. Bu sefer ‘nükleer rönesans’ sloganıyla sahneye girdiler. Daha fazla bekleyemezlerdi zira yeni teknik eleman yetişmiyor, mevcut kadrolar emekliye ayrılıyordu. Üniversitelerde nükleere ilgi azalmıştı. Yeni ve daha güvenli olduğu söylenen nükleer reaktörlerle yeniden elektrik piyasasına hücum ettiler. Avrupa ve Amerika’yı ikna edemeseler de, Asya’dan aldıkları siparişlerle endüstri canlanır gibi oldu. Türkiye gibi birçok ülke yeniden nükleer enerjiyi konuşmaya başladı. Buna rağmen, 2010 yılı sonunda (Fukuşima kazasından önce) nükleer santrallerden üretilen elektriğin payı yüzde 12’ye kadar geriledi. Güvenli nükleer reaktörler piyasanın tek talebi değildi. Ucuz olmaları da gerekiyordu. Atık sorunu hâlâ çözülememişti. Üstelik, güvenli nükleer santral demek maliyet demekti. Nükleer enerji, kömür, gaz, rüzgar, güneş ve hidroelektrik gibi kaynaklarıyla rekabet edemiyordu. 2010 sonunda küresel elektrik üretiminde nükleerin payı yüzde 12’ye düşerken, yenilenebilir enerji kaynakların payı yüzde 20’ye çıkıyordu. Fukuşima sonrası ise nükleer enerjinin küresel elektrik üretimindeki payı yüzde 10’lara kadar düştü. Bir başka deyişle, 30 yıl öncesine geri döndü.

bitmeyen nükleer santral inşaatları
1974’te Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA), 2000 yılına gelindiğinde nükleer santrallerin dünyadaki kurulu gücünün 4 bin 500 gigavata (GW) ulaşacağını tahmin ediyordu. Bugün itibariyle bu rakam sadece 372 GW ve buna bir yıldır çalışmayan Japonya’daki yaklaşık 50 GW da dahil. Rakamlar küresel eğilimin nükleerin lehine gitmediğini gösterse de bu tablo ülkeden ülkeye değişebiliyor. Dünyada çalışabilir durumda 435 reaktör var ve UAEA’ya göre 72 reaktör de yapılıyor. 72 reaktörün 28’i  Çin, 10’u Rusya, 6’sı Hindistan, 5’er tanesi Güney Kore ve ABD, 2’şer adedi Birleşik Arap Emirlikleri, Ukrayna, Slovakya, Japonya, Arjantin ve Pakistan, 1’er adet de Belarus, Brezilya, Fransa ve Finlandiya’da inşa ediliyor. Detaylara bakmazsanız ‘72’ sayısı size çok gelebilir, öyle düşünmenizi de istiyorlar. Halbuki bu 72 reaktörün bazıları yıllardır, yapımı sürenler listesinde yer alıyor. Örneğin Arjantin’deki Atucha-2 reaktörü; 1981’den beri inşa ediliyor. Arjantin’de yapımı süren diğer reaktör ise bir prototip. ABD’deki Watts Bar-2’nin inşaatına ise 1972’de başlandı. Hindistan’daki Kudankulam’da iki reaktör 12 yıldır bitirilemedi. Slovakya’daki iki reaktör 1987’den beri yapılıyor(!). Ukrayna’da durum hemen hemen aynı. Nükleer reaktörün yapımız uzadıkça, kâr etmesi zorlaşır. İlk yatırım maliyeti yüksek olduğu için biran önce elektrik üretip, satmaları gerekir. Bu örneklerin hepsinin ortak noktası ekonomik bir felaket olmaları.

Yine aynı listede, Rusya’da 10 yeni reaktörün yapıldığı söyleniyor ancak bu 10 reaktörün iki tanesinin deniz üstü için tasarlanmış, küçük reaktörler olduğu yazmıyor. Pakistan’daki iki reaktör de küçük, toplamı bir Yatağan santrali etmiyor. Japonya’daki iki inşaat Fukuşima’dan sonra rafa kalktı ama hâlâ yapımı sürenler listesinde yer alıyor. Finlandiya’da Fransızların dünyanın en üstün teknolojisi diye pazarladıkları Olkiluoto reaktöründe inşaat durdu. Zarar 5 milyar avroyu geçti. Fransa’da da durum farklı değil. Flamanville-3 reaktörünün yapımı 7 yıldır sürüyor ve ne zaman biteceği belli değil. Nükleer enerji alanında dünya lideri sayılabilecek Fransa’nın 2025'e kadar elektrik üretiminde nükleerin payını yüzde 50'ye indirmeyi planlaması da iyi okunmalı. Görüldüğü gibi, nükleer endüstri dünyada 72 reaktör inşa halinde demeyi sever ama her zaman olduğu gibi sizden gerçekleri gizler. Yeni yapımların yarıdan fazlasının Çin ve Rusya’da olduğu göze alınılırsa, dünyada herkesin nükleer enerjiye koşmadığı açıkça görülüyor. Nükleer enerji söylendiği gibi ucuz ve güvenli olsaydı bu tablo bambaşka olurdu.

***
Hangi ülkeler nükleerden vazgeçti?
·         Avusturya tek reaktörü Zwentendorf’u bitirmesine rağmen hiç çalıştırmadan kapattı. 1978’de halk oylaması yapıldı ve yüzde 51 nükleere hayır dedi.  
·         Çernobil sonrası İtalya 4 reaktörünü birden kapattı. İtalyanlar Haziran 2011'deki yeni halk oylamasında da nükleer enerjiye hayır dediler.
·         İspanya’da Zorita ve Vandellos-1 reaktörleri kapatıldı, 7 reaktör kaldı.
·         Litvanya'da İgnalina-I ve İgnalina-2 (2004, 2009) kapatıldı.
·         İsviçre Fukuşima öncesi yeni reaktör yapmayı planlıyordu. Kazadan sonra 5 reaktörü 2034'te kapatma kararı aldı.
·         Belçika 2025'e kadar 7 reaktörünü kapatacak.
·         Yunanistan, İrlanda, Danimarka, Norveç, Portekiz, Latvia, Lüksemburg nükleer santral kurmadıkları gibi Fukuşima sonrası nükleere karşı bir deklarasyon yayınladılar.
·         Almanya, Fukuşima’dan hemen sonra 8 reaktörü aynı anda kapattı. Kalan 9 reaktör de 2022’ye kadar kapatılacak.  
 
3. Bölüm: Nükleer enerji ucuz mu? / Türkiye nükleere mecbur mu?
3. Bölüm için lütfen buraya tıklayınız.

Çernobil’in 28. yılında nükleer enerji -1

BirGün gazetesi için hazırladığım üç günlük yazı dizisinin ilk bölümü.

Özgür Gürbüz-BirGün/26 Nisan 2014

Pripiyat'ta lunapark - Foto: O. Gurbuz
28 yıl önce bugün, gece yarısına doğru Çernobil nükleer santralinde büyük bir patlama meydana geldi. Kazadan ilk haberdar olanlar, dört nükleer reaktöre ev sahipliği yapan Çernobil santralinde çalışanlar ve ailelerinin yaşadığı Pripiyat kentinde oturanlardı. Üç kilometre uzaktaki bu kentten santralden çıkan dumanı görmek mümkündü. Dünya kazadan iki gün sonra, 28 Nisan 1986 akşamı saat 11’de haberdar oldu. Sovyet Haber Ajansı Tass, Çernobil nükleer santralinde ölümlü bir kaza olduğunu söylemekle yetinmişti. Halbuki Danimarka’daki bir nükleer araştırma laboratuvarı, Tass’ın haberinden iki saat sonra Çernobil’deki kazanın en yüksek seviyede bir nükleer kaza olduğunu duyurmuştu. Radyasyonun büyük bir bölümü ilk 10 gün içinde havaya karıştı. Dönemin yetkilileri, santrali merkez alan 30 km yarı çapında bir alanda yaşayan 130 bin kişiyi ilk 10 gün içinde tahliye etmekle yetindiler. 140 km uzaklıktaki Kiev’de ve radyasyon sızıntısından en çok etkilenen Belarus’un başkenti Minsk’teki 1 Mayıs kutlamaları bile iptal edilmedi.

Çernobil, 1979’da ABD’de meydana gelen Üç Mil Adası reaktöründeki kazanın çok ötesinde bir kazaydı ve dünya böyle büyük bir endüstriyel felakete daha önce şahit olmamıştı. Çernobil, nükleer enerjinin kaderini değiştirdiği gibi, birçok siyasi sonuç doğurdu. Kimilerine göre Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının nedenlerinden biriydi. Avrupa’da nükleer karşıtı hareketi, onunla birlikte çevre ve yeşil hareketi güçlendirdi. Halkın çevrecilere güveni arttı çünkü onlar geliyorum diyen kazaya karşı herkesi uyarmıştı. Nükleerin gözden düşmesiyle yenilenebilir enerji ve doğalgaz yatırımları arttı. Bu sonuçların bazıları olumlu gözükse bile, kazanın olduğu bölgedeki hasar tüm kazanımları gölgede bırakacak nitelikte. Ölen binlerce insan ve canlılar. 28 yıl geçmesine rağmen ekilemeyen, barınılamayan topraklar, yeni sızıntılara neden olmaya hazır radyoaktif materyaller ve milyarlarca liralık ekonomik kayıp. Bu yazı dizisinde daha çok Çernobil ve Fukuşima sonrası nükleer enerjinin durumuna bakacağız ama nükleer felaketin sadece rakamlardan ibaret olmadığını en baştan hatırlatmakta yarar var.

İNSANLAR KANSER ORMANLAR ZEHİRLİ
Çernobil kazası nedeniyle 350 bin kişi evlerini terk etmek zorunda kaldı. Kaza ve kazadan sonra temizlik çalışmalarında 800 bine yakın kişi çalıştı. ‘Tasfiyeci’ adı verilen bu kişilerin haklarını savunan birlik, 800 bin temizlikçiden 60 bininin öldüğünü, 165 bininin ise sakat kaldığını söylüyor. Sovyetler Birliği’nden kalan resmi raporlar ise 25 bin tasfiyecinin öldüğünü kabul ediyor.

Çernobil'de ölen itfaiyeciler için yapılmış anıt-Foto: O. Gurbuz
Çernobil nedeniyle kaç kişinin kansere yakalandığı ve hayatını kaybettiği tartışmalı bir konu. İçlerinde Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın da bulunduğu ve bu yüzden şüpheyle yaklaşılan BM Çernobil forumu, 2005 yılında ölü sayısını 4 binle sınırladı. Bu rapor büyük tepki topladı ve yanıt niteliğinde farklı raporlar yayımlandı. Bugün Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu’na eş başkanlık yapan Rebecca Harms’ın desteklediği ve iki İngiliz bilim insanının hazırladığı 2006 tarihli TORCH raporu, 30 ila 60 bin arasında kanser kaynaklı ölüme işaret ediyor. Greenpeace’in çalışması ise Çernobil yüzünden 270 bin kanser vakasına rastlanacağını, bunlardan 93 binin ölümcül olacağını belirten bir rapor yayımladı. Çalışmalarından dolayı Nobel ödülü almış, Uluslararası Nükleer Savaşa Karşı Doktorlar Birliği (IPPNW) ise on binlerce tasfiyecinin ölmüş olabileceğini söylüyor. 2006’da hazırladıkları rapor, 10 bin kişinin tiroit kanseri olduğunu ve 50 bin vakanın daha görüleceğini belirtiyordu. IPPNW’ye göre Çernobil, Avrupa’da 10 bin sakat doğuma ve 5 bin ölü doğuma neden oldu.

Kesin olan, Çernobil nedeniyle sağlık sorunu yaşayanların çokluğu. 1996 yılında Ukrayna, Rusya ve Belarus’ta çocuklar arasında tiroit kanseri yüzde 200 arttı. Dünya Sağlık Örgütü o tarihte, bu üç ülkede 4 milyon kişinin nükleer felaketten etkilendiğini ve 1 milyonunun tedavi gördüğünü söylemişti. Çernobil’den, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarından 100 kat fazla radyasyon yayıldı. Ukrayna, Belarus ve Rusya sınırları içerisindeki 125 ila 146 bin kilometrekarelik bir alan radyoaktif kirliliğe (sezyum-137) maruz kaldı. Sezyum-137 izotopunun radyoaktivitesini yitirmesi için 300 yıl geçmesi gerekiyor.

4 MİLYARLIK TABUT
Yüksek seviyedeki radyasyon yüzünden Çernobil’in kaza yapan 4 numaralı reaktörünün içerisinde kalan nükleer yakıt çıkarılamıyor. Kazadan sonra aceleyle kapatılan reaktör binasının çökmesi halinde ciddi bir radyasyon sızıntısıyla karşı karşıya kalınabilir. Bu yüzden dev bir lahit inşa ediliyor. 4,3 milyar TL’ye mal olan koca bir çatının inşası sürüyor. İnşaat bittiğinde çatı reaktör binasının üzerine kapatılacak ve içerideki radyoaktif materyaller sızıntıya olanak vermeyecek şekilde kapatılacak. Projenin gecikmesi herkesi endişelendiriyor. Diğer endişe kaynağı da radyasyona maruz kalmış bölgedeki ormanlarda çıkacak bir yangın. Yangın, ağaçların, bitkilerin emdiği radyasyonun açığa çıkmasına neden olacak. 2006’da bölgeyi ziyaret ettiğimde Çernobil’le ilgili çalışmalarda toplam 7 bin kişinin çalıştığını öğrenmiştim. İşçilere, Ukrayna’daki diğer işlere göre daha yüksek ücret ödeniyor. İki vardiya halinde çalışıyorlar ve yüksek seviyede radyasyona maruz kalmamaları için ayın iki haftasını bölgeden uzakta geçirmek zorundalar. Birçoğunun görevi, olası bir yangını önlemekti.

Belarus’taki ormanların yüzde 21’i, ekilebilir alanların da yüzde 22’si kirlendi. Ukrayna’da ise ülke ormanlarının yüzde 40’ı radyoaktif kirliliğe maruz kaldı. Bitki ve hayvanlar kadar ülke ekonomileri de yara aldı. Belarus ekonomisinin ilk 30 yıldaki kaybının 43 milyar doları geçmesi, toplamda ise 235 milyar doları bulması bekleniyor. Bu rakam Belarus’un 1985 bütçesinin 32 katına denk geliyordu. Belarus ülke bütçesinin yüzde 6’sını Çernobil’in sonuçlarıyla baş etmek için harcıyor. Ukrayna’da da durum farklı değil. Çernobil’in ülke ekonomisine maliyetinin 2015’e kadar 201 milyar doları bulması bekleniyor. Ukrayna da bütçesinin yüzde 5’ini Çernobil harcamalarına ayırıyor.

2. Bölüm:Rakamlarla dünyada nükleer enerji / Hangi ülkeler nükleerden vazgeçti? 
2. Bölüm için lütfen buraya tıklayınız.

Yatağan’da liberal Sinop’ta devletçi

Özgür Gürbüz-BirGün/20 Nisan 2014

Kemerköy ve Yeniköy termik santralleri iki gün önce özelleştirildi. IC İçtaş adlı şirket 2 milyar 671 milyon dolar vererek bu iki santrali Elektrik Üretim A.Ş.’den (EÜAŞ) satın aldı. Ankara’da iki santralin ihalesi yapılırken, 2013 Haziran ayında özelleştirilen Seyitömer termik santralinde işten çıkarmalar başladı. 109 işçi işsiz kaldı. Kemerköy, Yeniköy ve Yatağan işçileri de 10 Nisan’dan beri Ankara’da. Birçoğu Kütahya’da olduğu gibi işlerini kaybetmekten korkuyor.

Sırada Afşin-Elbistan ve Yatağan’ın da aralarında bulunduğu 13 termik santral daha var. Sadece kömür ve doğalgaz santralleri değil, EÜAŞ’ın elinde bulunan HES’lerin 28 tanesi de satışta. EÜAŞ son özelleştirmelerden önce, 2013 yılında, 80 milyar kilovatsaat elektrik üretmiş. Türkiye elektrik üretiminin yaklaşık yüzde 30’u. Özelleştirmeler tamamlanırsa devletin elektrik üretimindeki payı yüzde 20’nin altına düşecek. Peki, yaratılan gerçekten bir serbest piyasa mı? Değil.

Özelleştirmenin kendisi kadar, yaratılmak istenen serbest piyasanın ne kadar serbest olduğu da tartışılır. Termik santraller kolay satılsın diye Elektrik Piyasası Kanunu’na konan geçici maddeyi unuttunuz mu? Bu maddeyle termik santrallere en temel çevre yükümlülüklerini yerine getirmeleri için 2019’a kadar ek süre verilmişti. Düpedüz teşvik. Serbest piyasada çevreyi kirletmeme, teknoloji geliştirme gibi bir neden olmadan, bir kaynak lehine teşvik olur mu? Aynı teşvik nükleer santraller için de geçerli. Devlet, Mersin ve Sinop’taki santrallerde üretilecek elektriğin büyük bir bölümü için satın alma garantisi verdi. Akkuyu’da bu süre 15, Sinop’ta 20 yıl. Dahası var… Enerji Bakanı Taner Yıldız, Sinop’taki nükleer santralde EÜAŞ’ın yüzde 35 payı olacağını söylüyor. Elektrik üretiminde termik santralleri satarak payını azaltan devlet, nükleere girerek payını arttırıyor. Devlet elektrik üretiminden çekiliyor diye işsiz bıraktığınız işçilere bu durumu açıklamak zorundasınız. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu?

Nükleere alım garantisinin serbest piyasaya aykırı olduğunu sadece ben söylemiyorum. İngiltere de aynı bizimkine benzer bir model denedi. Avrupa Birliği bu alım garantisinin adaletsiz olduğunu belirterek geniş kapsamlı bir resmi soruşturma başlattı. Projenin AB’den onay almaması kimseyi şaşırtmayacak.

Özelleştirmeyi tümden reddeden sol/sosyalist gruplar için bu anlattıklarımız detay olabilir. Kontrollü serbest piyasa tezini savunan sosyal demokrat ve yeşiller için de bence durup düşünme zamanı geldi. Önce şu soruya yanıt bulmak zorundayız. Su, gıda ve enerji gibi bugünkü toplumun temel ihtiyaçlarını, giderek güçlenen ve devletleri kontrol eder hale gelen şirketlerin tekeline bırakmak ne kadar doğru? Günümüzdeki uygulamalar, özel sektör tekelinin devlet tekelinden daha iyi olduğunu göstermiyor. Bizi ilgilendiren güncel bir örnek vereyim. Almanya’nın nükleerden vazgeçip, kömür ve doğalgaz kullanımını azaltarak, elektrik üretiminde yenilenebilir enerjinin payını 2050’de yüzde 80’e çıkaracağını açıklaması RWE, E.ON, EnBW ve Vattenfall gibi dört dev elektrik üreticisini çileden çıkarttı. Kârları düşen şirketler Almanya’yı kararından vazgeçirmek için her yolu deniyor. Termik ve nükleer santrallerinden eskisi gibi kâr edemediğini söyleyen E.ON Yönetim Kurulu Başkanı Johannes Teyssen, Ağustos 2013’te santralleri kapatıp Türkiye’ye taşıyacaklarını söyleyerek adeta Alman hükümetine gözdağı vermişti. E.ON’un 2012 sonunda Enerjisa’ya yüzde 50 hisseyle ortak olması rastlantı değil.

Serbest piyasaya evet diyenler bile şu soruları sormalı: “İstediğiniz dev şirketlerin kontrolünde bir serbest piyasa mı? Başka bir yol yok mu?” Evet, var. Enerji üretiminin devlet veya dev şirketlerin tekelinde olmadığı, bireylerin, kooperatiflerin küçük santrallere sahip olduğu bir başka yol mümkün. İnanmadınız değil mi? 2012 başındaki rakamlara göre, Almanya’da yenilenebilir enerji kaynaklarının yarısının sahibinin bireyler olduğunu söylesem inanır mısınız? Bunların hatırı sayılır bir kısmının tarlasına rüzgar türbini diken çiftçiler olduğunu eklesem…

Güneş enerjisi bir çobanın hayatını değiştirdi

Özgür Gürbüz-BirGün/13 Nisan 2014

Kenan Sarıyer ve NKP Antalya sözcüsü Hediye Gündüz
Yaklaşık altı aydır Yön Radyo’da bu köşeyle aynı adı taşıyan bir radyo programı yapıyoruz. Çimlere Basmayın her hafta cuma günü saat 13.00 ile 14.00 arasında canlı yayınlanıyor. Amacımız dünya ve Türkiye’nin ekoloji/çevre gündemini dinleyicilere aktarmak, çevre mücadelelerine bir ses olabilmek. Son programımızda, Finike’nin Arif köyünde yaşayan ve çobanlık yapan Kenan Sarıyer’e canlı yayında bağlandık. Çoban Kenan Sarıyer’den Antalya Nükleer Karşıtı Platform’un sözcüsü Hediye Gündüz sayesinde haberdar oldum. Dört yıl önce aldığı güneş paneliyle dağdaki çadırının ışığını yakıyor, televizyonunu çalıştırıyor, cep telefonunun bataryasını dolduruyor. Daha da önemlisi, “biz çobanların en büyük ihtiyacı” dediği el fenerlerini şarj ediyor. Teknolojiye meraklı, bilgisayarı var ve onu da yine 120’ye 100 cm boyutundaki güneş panelinden elde ettiği elektrikle çalıştırıyor. Bir tek çayını elektrikli ocakta pişirmiyor. Anlaşılan çaya düşkün, içmeye davet ettiği çayını közde demliyor.

Kenan Sarıyer, güneş enerjisine geçerek hem kâr etmiş hem de kendisini büyük bir külfetten kurtarmış ama çevreye katkı yaptığının da farkında. Güneş enerjisinden elektrik üreten fotovoltaik paneli için, “Çevreye hiç zararı yok” diyor. Dört yıl önce 2 bin 700 liraya aldığı panel çoktan kendisini amorti etmiş. Güneşten önce gazla çalışan lambaları varmış. Diğer alternatif ise tüp kullanmak. Sarıyer, güneş enerjisini tercih etmesinin nedenini şu sözlerle açıklıyor: “Jeneratör alsaydım o zaman 500 liraydı. Şu zamana kadar benzin parası 3 bin lirayı geçerdi. Çilesi de cabası. Komşular benzin için yayladan 25 km araçla yol gidip, alıp geliyorlar. Bir bidon benzin için toplam 50 km yol kat ediyorlar. Biz aynı yerde üç çobanız. Artık onlar da güneş paneli takmak istiyor. Maddi durumları biraz zayıf olduğu için taktıramadılar. Parayı buldukları zaman gidip benzin alıyorlar, olmadığı zaman da gaz lambasıyla idare ediyorlar”. Sarıyer’in iki aküsü var. İki saatte aküler doluyor ve 4-5 günlük ihtiyacı karşılıyor. 200 civarı keçisi var. Yılın büyük bir bölümünde köyden uzakta. Üç ay yaylada, kalan zamanda Çataltaş mevkiinde yaşıyor. Nereye giderse panelini de beraberinde götürüyor.

Güneş gibi yenilenebilir enerjilerin maliyeti düşerken, kömürün, petrolün ve nükleerin artıyor. Halk, termik, nükleer ve hidroelektrik santrallere tepkiyle yaklaşırken, güneşe ve rüzgara daha sıcak bakıyor. İtirazlar da yok değil. Rüzgar meselesini Karaburun’da yaşayanlar bambaşka anlatırlar. Güneş enerjisine karşı olanlar da var. Tarlaların güneş panelleriyle kaplanmasına karşıyız diyorlar. Türkiye’de güneş enerjisinin önü zaten mevzuatlarla tıkanmış durumda. Kaldı ki güneş santralleri verimli arazilere kurulacak diye bir kural yok. Çatılar, bina yüzeyleri, sokak lambaları, boş araziler gibi onlarca farklı alanda güneş paneli kullanmak mümkün. Buna rağmen “güneş de zararlı” argümanı kabul görmüş bir doğruymuş gibi yazılıp çiziliyor.

Yenilenebilir enerjilerin ne her örneği melek ne de her uygulama şeytan. Enerji ihtiyacının sınırlarını çizip, kuralları, kırmızı çizgileri iyi belirleyip, halkın onayını aldıktan sonra bu projeler hayata geçirilebilir. Enerji kooperatifleri kurularak enerji kaynakları büyük şirketlerin tekeli olmaktan çıkarılabilir. Sen, ben, biz kendi enerjimizi üretebiliriz. Kenan Sarıyer dağda çobanlık yapıyor, tükettiği elektrik hepimizden az ama o da elektriğe ihtiyaç duyuyor, bilgisayar kullanmak istiyor. Bizden farkı şu, o hem daha az elektrik tüketiyor hem de tükettiğini üretiyor. Her şeye elde sağlam veriler olmadan karşı çıkmak umut ettiğimiz ekolojik dönüşümü gerçekleştirmemize değil, mücadelelerin kaybedilmesine yol açabilir.

Enerji sektöründe muhafazakarlık

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/8 Nisan 2014 

Türkiye’nin muhafazakar yapısı enerji sektörünü de etkiliyor. Yeniliklere pek açık olduğumuz söylenemez. Enerji konusu diplomalar üzerinden tartışıldığından olsa gerek, önerilen çözümler de çoğu zaman o diplomaların alınış tarihi kadar eski olabiliyor. Rüzgar, güneş gibi yenilenebilir enerji kaynakları ortaya çıktığında, “onlar bir şey üretemez, çalışmaz” denmesi de kanımıza işlemiş muhafazakarlığın bir eseriydi. İklim değişikliğini öğrenmek yerine inkâr etmek, sosyal maliyetleri hesaplamak yerine yok saymak da yine aynı zihniyetin meyveleri… “Bildik olan doğru, bilinmeyen ise yanlıştır” adeta bizim şiarımız olmuş. Ne yazık ki...

Yenilenebilir enerjinin rüştünü ispat edip birçok ülkede şebekeye ciddi katkılarda bulunduğu ilk yıllarda rüzgarı, güneşi yok sayanlar şimdi de yenilenebilir enerjinin sınırlarını tartışmaya başladı. Bir parça yenilenebilir olsun ama bizim bildiğimiz enerji kaynaklarının da yerini almasın dendi. Zaten yüzde 100 yenilenebilir enerji onlar için teknik açıdan hiç mümkün olmadı. Rüzgar enerjisindeki lisans sürecini hatırlayın. Yapılan açıklamalara bakarak, bırakın yüzde 100’ü, yüzde 5-10 seviyelerinin bile sorunlu olduğunu düşünürdünüz. Danimarka’nın yüzde 100, Almanya’nın yüzde 80 yenilenebilir enerji hedeflerini bu nedenle şimdilik bir kenara bırakalım. Uluslararası Enerji Ajansı’nın (UEA) birkaç hafta önce açıkladığı, yenilenebilir enerji kaynaklarının şebekeye eklenmesinin maliyeti ve teknik yönlerinin incelendiği raporunun* sonuçlarına bir bakalım.

UEA, rüzgar, güneş gibi değişken ve sürekli üretim yapmayan kaynakların, o ülkenin yıllık üretimin yarıya yakınını karşılamasının mümkün olduğunu söylüyor. Hatta bu oranların üzerine de çıkabileceğini söylüyor ama bazı fosil ve nükleer sever dostlarımızın kalp sağlığı için biz şimdilik yüzde 45’lik örnek üzerinden gidelim. UEA’na göre yenilenebilirin toplam elektrik üretimindeki payının yüzde 45’leri bulması, uzun dönemde değişken üretim kaynakları olmayan bir sistemle kıyasla, az bir ek maliyet getiriyor. Teknik açıdan da sorun yok. Şebekenin iyi yönetildiği, esnek, değişken üretim yapan santrallerin, bildiğimiz baz yüklerin yerini aldığı bir ortamda söz konusu ek maliyet megavatsaat başına sadece 11 dolar. Değişken yenilenebilir enerji kaynaklarını yüzde 30’da tutarsanız, ek maliyet de megavatsaat başına 6 dolara kadar geriliyor. Uzun dönemli projeksiyonlarda bu maliyetleri bile konuşmuyoruz çünkü karbondioksit ve alternatif yakıtların (fosil, nükleer vs) maliyeti artıyor.

Raporun dikkat çektiği bir başka konu ise bizim için çok daha önemli. Elektrik talebi hızla artan Çin, Brezilya ve Hindistan gibi ülkelerde, yenilenebilir enerjinin payının yüksek olduğu sistemler çok daha düşük mali yüklerle gerçekleştirilebiliyor. Batı Avrupa gibi talebin daha yavaş arttığı, üretim santrallerinin halihazırda kurulmuş olduğu ülkelerde ise maliyet haliyle artıyor. Çünkü yapılan iş, bir anlamda eskisini söküp yenisini kurmaya benziyor. Tükiye’de kurulu güce her yıl eklenen rakamlara baktığınızda, bizim Brezilya ve Çin gibi avantajlı kategoride olduğumuz ortada.

UEA, yenilenebilirin payının yüksek oranlarda olduğu bir sistem kurulması için endüstri ile politikacıların birlikte hareket etmesi gerektiğini söylüyor. Adeta tam 12’den vurmuşlar. Dönüp memlekete bakıyorum. Un (yenilenebilir) var, şeker (yatırımcı) var ama ortada helva yok. Ah, o muhafazakar aşçı yok mu o aşçı!

 *The Power of Transformatio, IEA

Rapor lobisi

Özgür Gürbüz-BirGün/6 Nisan 2014

BirGün’e aboneyim, gazete hafta içi her sabah kapımıza bırakılıyor. Dün birileri, gazetenin arasına bir rapor, bir de makale bırakmış. Hemen aklıma lobiler geldi, paralel kuryeden de şüphelenmedim değil ama soğukkanlılığımı korudum. Hele bir bakayım, içinde ne varmış dedim. Sosyal Gelişme Dizini adlı ilk rapor dış kaynaklıydı, bu da şüphelerimi arttırdı. Rapor, The Social Progress Imperative adlı düşünce kuruluşu tarafından hazırlanmış.

Sosyal Gelişme Dizini, ülkelerin sadece ne kadar zengin olduklarına bakarak bir sıralama yapmıyor. İnsan yaşamı için gerekli temel ihtiyaçlara sahip olmanın yanı sıra, çevrenin korunmasını, bilgi ve bilişim teknolojilerine erişimi ve bireysel özgürlükler gibi onlarca etkeni değerlendirmeye katıyor. Bu nedenle listenin başında dünyanın en zengin ülkesi veya en büyük ekonomisi yok. Yeni Zelanda ilk sırada onu İsviçre ve İzlanda izliyor. ABD, İrlanda’nın hemen ardında 16. sırada. Türkiye 132 ülke arasında 64. olabilmiş. Arnavutluk, Makedonya ve Bosna Hersek’in gerisinde, Suudi Arabistan’ın hemen önünde yer alıyoruz. Halbuki biz Türkiye’yi dünyanın en büyük 16. ekonomisi biliyorduk. En büyük ekonomi sıralamasının en çok tüketen sıralaması olduğunu, onun da nüfusla yakından ilgili olduğunu bu raporla daha iyi anlıyoruz. Osmanlı şahlanıyor falan diye ecnebilere hava atıyorduk, şahlana şahlana ancak 64. olmuşuz. Bu son cümleyle politik mesajımızı da ilgililere ulaştırdık, şimdi neden sosyal gelişme konusunda orta sıralara demir atmışız ona bakalım.

Rapordaki sıralama, üç ana kategori altında 50’den fazla göstergenin değerlendirilmesiyle oluşturuluyor. Türkiye bu üç ana kategori içerisinde en iyi notu ‘Temel İnsan İhtiyaçları’ alanında almış ve bu konuda 132 ülke arasında 43. olmuş. En kötü not ise ‘Temel Refah’ kategorisinden (132 ülke arasında 82’inci) geliyor. Türkiye’nin 77. olarak ortanın altına düştüğü bir diğer kategori ise ‘Olanaklar’ kategorisi. Bu alandaki düşük notun sebebi hoşgörü ve farklılıkları içine alma konusunda başarısız olmamız. Detaylarda, kadınların kötü muamele görmesi, eğitim aldıkları sürenin azlığı, azınlıkları dışlama, azınlıklara şiddet uygulama ve dini hoşgörüdeki zayıflık gibi alt başlıklar var. İklim değişikliğine yol açan seragazı emisyonlarının artması, su kaynaklarının tüketilmesi ve biyoçeşitlilik kaybı da çevre notumuzu düşürmüş.

Gazetenin arasına sıkıştırılan diğer belge ise bir makale. TMMOB’a bağlı Orman Mühendisliği Dergisi’nde yayımlanmış ve Prof. Dr. Erdoğan Atmış ile Yrd. Doç. Dr. Batuhan Güneş’in imzasını taşıyor. Makale, AKP döneminde ormancılık alanında yapılanları değerlendiriyor. Resmi verilere göre AKP döneminde ağaçlandırma alanı miktarında yüzde 19,2 oranında bir artış sağlanmış. Ancak bu artış, partinin 2011 seçim beyannamelerinde abartıldığı gibi 7 kat falan değil, ağaçlandırmada dünya üçüncüsü olduğumuz da hikaye. Belki hatırlarsınız, hükümet 2008-2012 yılları arasında ağaçlandırma seferberliği başlatmış, 23 milyon dönüm arazide ağaçlandırma çalışması yapılacağını söylemişti. Makalede, söz konusu alanın yüzde 73’ünün aslında mevcut ormanların rehabilitasyonu olduğuna dikkat çekiliyor.

AKP döneminde orman yangınları yüzde 32,5 oranında azalmış. İstatistiklerle ilgili kuşkular olsa da Atmış ve Güneş, bu konunun başarı hanesine yazılabileceğini söylüyor. AKP döneminde ormanların, madencilik gibi ormancılık dışı kullanıma açılması da hızlanmış. Önceki döneme göre maden tahsisi sayısında yüzde 120,2 oranında bir artış var.

Gezi’den bu yana hükümet milyonlarca fidan diktik diye ortalarda dolaşıyor ama rakamlar hükümeti doğrulamıyor. Şimdi hükümetten bunları rapor-makale lobisi diye adlandırmasını, üstüne de biraz makara yapıp geçiştirmesini bekliyoruz.