Akkuyu'da halk nükleere geçit vermedi

Mersin'in Büyükeceli beldesinde yapılmak istenen nükleer santralin halkı bilgilendirme toplantısı yöre halkının protestoları nedeniyle yapılamadı. Büyükeceli beldesi düğün salonunu dolduran nükleer karşıtları Akkuyu mevkiinde yapılacak nükleer santrale hayır dedi ve toplantının başlamasına izin vermedi. Bir saatten fazla slogan atan Nükleer Karşıtı Platform üyeleri ve yöre halkı, oturum başkanını toplantıyı iptal etmeye zorladı. Rus şirketinin yetkilileri bu karardan sonra alelacele toplantı salonunu terk etti.

HES’leri yaptıktan sonra halkın fikrini alacaklar

Özgür Gürbüz-Birgün / 25 Mart 2012

Türkiye’de 543 adet hidroelektrik santralin (HES) yapımı sürüyor. İnşası süren HES'lerin kurulu gücü 15 bin megavatın üstünde. Şu anda Türkiye'nin tüm santrallerinin kurulu gücünün neredeyse üçte birine eşit. Birçok HES projesine halk karşı çıkıyor. Süren yüzlerce dava, mahkemelere taşınan onlarca eylem var. Sorunun çözümü için elle tutulur bir faaliyet yürüten yok. Örneğin Aarhus Sözleşmesi gibi, çözümde etkin rol oynayabilecek, halkın taleplerini hukuk desteğiyle güçlendirecek bir mekanizmanın adı bile geçmiyor. Neden? Nedenini Dışişleri Bakanlığı açıklamış!

İzmir Barosu Dışişleri Bakanlığı’na Türkiye’nin neden Aarhus Sözleşmesi’ne imza koymadığını sormuş. Aarhus Sözleşmesi, çevresel konularda bilgiye erişimi kolaylaştırmayı, halkın katılımının sağlanmasını ve yargıya başvurulmasında kolaylık sağlayacak düzenlemelerin yapılmasını içeriyor. Uzun adı her şeyi açıklıyor zaten: “Çevresel Konularda Bilgiye Erişim, Çevresel Karar Verme Sürecine Halkın Katılımı ve Yargıya Başvuru” sözleşmesi.

Dışişleri Bakanlığı’nın 21 Şubat 2012 tarihli yanıtı aynen şöyle: “Ancak, Aaarhus Sözleşmesi’nin yargı yoluna başvuru başlıklı 9. maddesinin 1. bendinde, taraf devletlerin, bilgiye ulaşma istemi yanlış biçimde kısmen ya da tamamen reddedilen, ya da gerekli biçimde incelenmeyen herkesin, ulusal mevzuat çerçevesinde, yargı yoluna başvurmasını garanti edeceği hükme bağlanmıştır. Dolayısıyla, Türkiye’de alınan (örneğin bir baraj inşaatıyla ilgili olan) ve çevreyi etkileyebilecek nitelikte, karar sürecindeki bilgiye ulaşılmak istenmesi ve bu istemin reddedilmesi halinde, herhangi bir yabancı Türkiye’de idari dava açabilecektir. Yargı sonucunda alınan karar hükümetleri bağlayan yürütmeyi durdurucu nitelikte olabilmektedir”.

Evet, Aarhus Sözleşmesi söz konusu projelere itirazı, radyasyondan gürültü kirliliğine kadar birçok konuda bilgi edinmeyi kolaylaştırıyor, projelerin engellenmesi için evrensel bir ilkeyi de kuvvetlendiriyor. Bu ilkenin adı ‘uygun olmama’. Halk istemezse, proje çevre için zararlıysa, halktan bilgi gizleniyorsa o projeyi yapan şirket veya devletin işi zorlaşıyor. Yerel halk oylamalarının önü açılıyor. Fena mı? Tabi ki değil. Dışişleri’nin yanıtı aslında bir itiraf gibi. Yapılan HES'lerin, termik ve nükleer santrallerin hepsinin uluslararası standartlara uygun olmadığının ipuçlarını veriyor. Sözleşme, çoğu Avrupa ülkesi 40’ın üzerinde devlet tarafından tanınmış durumda. O ülkelerde sorun olmuyor da neden bizde sorun oluyor? Projeleriniz çevreciyse Aarhus Sözleşmesi'nden korkmanıza gerek yok. Ama değilse…

İklim değişikliği konusunda başmüzakereci sıfatına da sahip Mithat Rende imzalı yanıtta en çok hidroelektrik santral projelerinin baltalanmasından korkuluyor. HES’ler için ağaçların baltalanmasından çekinmeyen devletimiz şöyle diyor: “Ülkemiz açısından büyük önem taşıyan sınıraşan sular kapsamında gerçekleştirilmesi öngörülen büyük baraj ve HES projelerine ilişkin olarak kıyıdaş ülkelerin birinin vatandaşı olsun ya da olmasın her ülke vatandaşı gerektiğinde projeleri durdurma imkanına sahip olacaktır”. Hükümet ağzındaki baklayı çıkarıyor, sorun dış mihraklar! Bahsedilen projelerin büyük çoğunluğu da GAP'taki (Güneydoğu Anadolu Projesi) barajlar olmalı, örneğin Hasankeyf'i sular altında bırakacak Ilısu Barajı gibi. İşin komik tarafı, verilen yanıtın içinde ‘gerektiğinde projeleri durdurma imkanına sahip olacaktır’ denmesi. Madem bir gereklilik söz konusu, niye kızıyorsunuz ki?

Türkiye Aarhus Sözleşmesi’ne imza atarsa, çevreyi etkileyebilecek her türlü faaliyetle ilgili bilgileri halkla menfaat ilişkisi aranmaksızın vakit geçirmeden paylaşmak zorunda kalacak. Yargıya başvurunun önündeki mali ve diğer engellerin ortadan kaldırılması ya da azaltılması için uygun yardım mekanizmalarının kurulması sağlanacak. Bu, neden önemli? Önemli çünkü HES ve diğer çevre sorunları için açılan davalarda bilirkişi ücretleri davacı köylülerin başına yıkılıyor, dava açmak oldukça pahalı bir iş haline getiriliyor. Bilirkişi ücretleri bir uzman için 15 bin lirayı bulabiliyor ve davacılardan peşin alınıyor. Dava kazanılırsa ücret geri veriliyor, kazanılmazsa verilmiyor. İneğini satıp bilirkişi ücretini ödemeye çalışan köylünün haberini hatırlayın. Bugün onlarca çevre davası var ve bu bilirkişi ücretleri, cebinde parası olmayan halk karşısında şirketlerin en büyük kozlarından biri.

Aarhus’un bir başka yararıysa halkın katılımının sağlanması olacak. Daha da önemlisi halkın ne dediği ciddiye alınacak. İki örnek vereyim. Bergama’daki altın madeni ve Akkuyu’da kurulması düşünülen nükleer santral için yöre halkı sandık başına gitmişti. Köylüler, iki mini halk oylamasında da madene ve nükleere ‘hayır’ demişti. Aarhus’a imza atmış olsaydık bu iki anlamsız ‘yatırımı’ tartışmayacaktık bile. Bugün yöre halkının ne düşündüğünü ipleyen yok.

Devlet bunun farkında, sözleşmeyi imzalamaya yanaşmıyor hem de AB'ye giriş için olmazsa olmazlardan biri olmasına rağmen. Hükümet, aynı Kyoto Protokolü’nde olduğu gibi Aarhus'u da 'kalkınma' dedikleri aslında kolektif bir yıkımdan başka bir şey olmayan faaliyetlerinin önünde bir engel olarak görüyor. Kısaca, önce talan edilecek, iş işten geçtikten sonra da imza atılacak. Avrupa Birliği sürecinin yavaşlatılmasının arkasında yatan nedenlerden biri de bu olmalı.

Türkiye’nin faşizmle sınavı

Birgün zamanaşımı tehlikesini
22 Haziran 2011'de manşetten duyurmuştu
Özgür Gürbüz-Birgün/18 Mart 2012

İki ay arayla oldu. İki ay arayla, birbirine 3 bin 500 km uzaktaki iki ayrı kentte insanlar yakıldı. Almanya’daki kentin adı Solingen, Türkiye’dekinin adı ise Sivas.

29 Mayıs 1993 sabahı Genç Ailesi’nin yaşadığı Solingen’deki ev sabahın erken saatlerinde dört ırkçı Alman genci tarafından ateşe verilmişti. Genç ailesinden beş kişi hayatını kaybetmiş, ailenin diğer üyeleri de yaralanmıştı. İki ay sonra, 2 Temmuz 1993’te Sivas’taki Madımak Oteli önünde toplanan binlerce kişi oteli ateşe verdi. Otelde Pir Sultan Abdal Şenlikleri’ne katılmak; türkü söylemek, dans etmek ve konuşma yapmak üzere gelmiş aydınlar vardı. Türkiye’nin şairleri, yazarları, sanatçıları… Otelde çalışan iki kişiyle birlikte 33 aydın yanarak veya dumandan boğularak can verdi. Onları öldürmeye çalışırken ölen iki kişiyi ise saymaya bile gerek yok, onlar zaten yaşayan birer ölüydüler.

‘Dindar’ bir gazetede olsam herhalde, “Solingen’de dört şeytan gece sinsice Genç Ailesi’nin evine yaklaştı” diye yazardım. Sivas’ta binlercesi bütün gün boyunca sokaklardaydı. Geçen salı günü Ankara’da, Sivas davası düşmesin, yıllardır bulunamayan beş zanlı hakkındaki arama kararları kaldırılmasın diye toplanan göstericilere gaz bombası sıkan kolluk kuvvetleri 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta yoktu.

Solingen’de Genç Ailesi’nin evini kundaklayan aşırı sağcı dört genç hemen yakalandı. 1994 Nisan’ında dava görülmeye başlandı ve Ekim 95’te yaşları 16 ile 23 arasında değişen bu dört kişiye 10 ila 15 yıl arasında değişen cezalar verildi. Sivas’ta ise olaydan sonra 124 kişi hakkında dava açıldı. 26 Aralık 1994'te karara bağlanan dava sonucunda 22 sanık hakkında 15'er yıl, 3 sanık hakkında 10'ar yıl, 54 sanık hakkında üçer yıl, altı sanık hakkında ikişer yıl hapis cezası, 37 sanık hakkında da beraat kararı verildi. Dava böyle bitmedi, temyize gidildi. Yargıtay ile Devlet Güvenlik Mahkemesi arasında dolaşan davada cezalar ağırlaştırıldı. 2000’de haklarında idam cezası verilen kişi sayısı 33’tü. İdam cezası kaldırılınca cezalar müebbet hapse çevrildi. Olayların bir numaralı sorumlusu olarak nitelendirilen Sivas Belediye Meclisi Üyesi Cafer Erçakmak, katliamın olduğu kentte, Sivas’ta ölene kadar bulunamadı. Aranan beş sanık ise davanın 13 Mart’ta zamanaşımına düşürülmesiyle resmi olarak ‘aranmaz’ oldu. Sanıkların arandıkları sırada ellerini kollarını sallaya sallaya ortalıkta dolaştıklarına dair pek çok bilgi var. Örneğin, katliam sanığı Muhammed Nuh Kılınç’ın Almanya’da Mannheim’da bir dönerci dükkanı işlettiği basında yer almıştı.

Peki, yargı sürecinden sonra ne oldu? Solingen’de ölen 18 yaşındaki Hatice Genç’in okuduğu okulun önüne “gamalı haçı” parçalara ayıran iki metal figür kondu. Sivas’ta ise 35 insanın yakıldığı Madımak Oteli’nin altına kebapçı açıldı. Solingen’deki saldırıdan sonra Almanya Cumhurbaşkanı cenaze törenine katıldı. Zamanaşımından sonra Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, “Milletimiz için, ülkemiz için hayırlı olsun'' dedi. Gerçekten bunu mu kastetti yoksa bir dil alışkanlığı mı bilemiyorum.

Başbakan daha birkaç ay önce Almanya’da, Türkiye’den Almanya’ya işçi göçünün 50. yılı nedeniyle yaptığı bir toplantıda, Solingen’i Almanlara hatırlatmıştı. Konu açılmışken, bu sorulara yanıt vermeme üzerine kurulmuş iletişim stratejisi üzerine de birkaç şey söylemek isterim. Sanıyorum bu başbakana verilmiş bir taktik. Başbakanın danışmanları, “size Ermeniler derlerse siz onlara Cezayir deyin. Size Kürtler derlerse siz onlara Solingen deyin. 12 Eylül derlerse 28 Şubat’a konuyu bağlayın” diye Erdoğan’a öğütlemiş olmalılar. Bu taktik halkı uyutmak için yeterli olur ama sadece başbakanın tek başına konuşmacı olduğu yerlerde işe yarar. Belki de o yüzden Başbakan Erdoğan muhalefet liderleriyle teke tek tartışmaktan çekiniyor, kim bilir?

Solingen’de ölen 9 yaşındaki Hülya Genç’in adı Frankfurt’ta bir meydana verildi. Meydanda yine neo-nazilerin simgesi haline gelen “gamalı haçı” çekiçle parçalayan bir adam heykeli var. Genç ailesinin evinin önünde ise ölen her bir kişi için dikilmiş beş adet kestane ağacı bulunuyor.

Sivas’ta ise 35 kişinin yakıldığı otel olaydan tam 17 yıl sonra kamulaştırıldı. Binada katliamda ölenlerin isimlerinin olduğu bir pano var ama o panoya sanki dalga geçer gibi 35 kişiyi yakarken ölen iki kişinin adları da eklendi.

Sivas’ta otelin önünde sadece 150 kişi yoktu. Otelin önünde eyleme karışan binlerce kişi bugün hâlâ serbest. Sivaslıların belki de birçoğu komşularının katil olduğunu biliyor ama kollarından tutup polise götürmüyor. Madımak Oteli’nin önünde toplananlarla aynı sokakta yürüyor, aynı marketten alışveriş yapıyor ve aynı otobüsü paylaşıyor. Bazıları da katillerle aynı yatağı…

Katillerle bir arada yaşamaktan çekinmeyenlere, suçluları bilmesine rağmen, gece uykularında canlı canlı yakılan o masum yüzleri görmeyenlere bilmem ne demeli. Kelimeler, sözler yetersiz kalıyor. Geçmişte dünyanın en kuvvetli faşist diktatörlüklerinden birine sahne olan Almanya bugün başka bir ülke. İngiliz yayın kuruluşu BBC, yıllar önce bir anket yapmış ve Avrupalılara kendilerini ilk önce hangi kimlikle tanımladıklarını (örneğin İngiliz mi yoksa Avrupalı mı) sormuştu. Almanya, Avrupa’da kendisine Avrupalı diyenlerin en çok olduğu ülkeydi. Almanya’nın da hâlâ sorunları var ama milliyetçiliğin, ırkçılığın geldiği nokta bu. Türkiye ise faşizme karşı vermek zorunda olduğu sınavdan kaçmak için türlü bahaneler uydurmaya devam ediyor. Bu nedenle ruhlarını kötülüğe teslim edenlerle birlikte yaşamaya mecbur bırakılıyoruz. Sınavdan kaçarak sınıf atlamak mümkün mü? Böyle bir memleketin sonu hayırlı olabilir mi?

Akkuyu'da nükleer santral için halkın katılımı toplantısı yapılacak

Akkuyu'da kurulmak istenen nükleer santral için bildiğiniz gibi ÇED süreci başladı. 29 Mart'ta Büyükeceli Beldesi, Belediye Düğün Salonu'nda halkın kaılımı toplantısı yapılacak. Aşağıda bilgi notunu bulabilirsiniz. Mersin'deki tüm duyarlı dostların o gün orada olması gerekiyor. Yanlış bilgilendirmeye fırsat vermeyelim.

Bilgi notu aşağıda:

Akkuyu NGS Elektrik Üretim A.Ş. Tarafından Yapılması Planlanan Akkuyu Nükleer Güç Santralı Projesine İlişkin ÇED Sürecine Halkın Katılması Toplantısı İlanı.

Akkuyu NGS Elektrik Üretim A.Ş. tarafından, Mersin İli Gülnar İlçesi Büyükeceli Beldesi sınırları içerisinde yapılması planlanan ve 4800 MWe kurulu gücünde olan “Akkuyu Nükleer Güç Santralı Projesi” ile ilgili olarak 17/07/2008 tarih ve 26939 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nin 9. maddesi uyarınca ÇED sürecine halkın katılımını sağlamak, halkı yatırım hakkında bilgilendirmek, görüş ve önerilerini almak üzere aşağıda belirtilen gün ve yerde “ÇED Sürecine Halkın Katılımı Toplantısı” düzenlenecektir.

İlgilenenlerin katılımını rica ederiz.

NOT; 29/03/2012 tarihinde aşağıda belirtilen yerlerden toplantıya katılmak isteyenler için saat: 08.00 itibari ile proje sahibi tarafından Belediye Binalarının önünden araç kaldırılacaktır.

-Mersin Merkez, Gülnar, Silifke, Bozyazı, Aydıncık, Anamur, Taşucu, Yeşilovacık, Akdere.

FAALİYET SAHİBİ;

Akkuyu NGS Elektrik Üretim A.Ş.
Aziziye Mahallesi Kırkpınar Sokak No:18/5 06650
Çankaya-ANKARA

Telefon Numarası: 0 312 4426000
Faks Numarası: 0 312 4426016


RAPORU HAZIRLAYAN KURULUŞ;


DOKAY-ÇED Çevre Mühendisliği Ltd. Şti.
Ata Mah. 1042.Cadde No:140/A
Dikmen 06460 Çankaya/ ANKARA

Telefon: (312) 475 7131
Faks: (312) 475 7130

TOPLANTI YERİ VE TARİHİ;
Mersin İli Gülnar İlçesi Büyükeceli Beldesi Belediye Düğün Salonu
Tarih: 29/03/2012 – Saat: 10.00
Mersin Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü

İzmir Nükleer Karşıtı Platform nükleer enerjiyi ve depremi tartışıyor

İzmir Nükleer Karşıtı Platform, yarın (14 Mart 2012) Elektrik Mühendisleri Odası İzmir Şubesi'nde bir söyleşi düzenliyor. Nükleer santral konusunda son gelişmelerin ele alınacağı panelde deprem tehlikesi de ele alınacak.

Elektrik Mühendisi Talat Canpolat ve Jeofizik Yüksek Mühendisi Erhan İçöz saat 18:00'de gerçekleştirilecek etkinliğin konuşmacıları. İzmir'de yaşayanlar için nükleer enerji konusunda bilgilenmek için güzel bir fırsat, kaçırmamanızı öneririm. 

İzmir NKP geçen pazar günü de Fukuşima'daki nükleer kazanın yıldönümü nedeniyle bir basın açıklaması yapmış, hükümetin Mersin'de nükleer santral kurma girişiminden vazgeçmesini istemişti. 

Fukuşima'nın yıldönümü ve mühürlü yürekler

Özgür Gürbüz-Birgün / 11 Mart 2011

Bundan tam bir yıl önce Japonya’nın Fukuşima eyaletinde dünya tarihinin gördüğü en büyük nükleer kazalardan biri oldu. 100 bin civarında insan evini terk etmek zorunda kaldı. Yaşadıkları yerlere geri dönebilecekleri şüpheli.

Fukuşima’daki nükleer santraldan suya, toprağa ve havaya radyasyon sızdı. Dünyanın en gelişmiş teknolojilerine, depreme karşı en dayanıklı yapılarına sahip Japonlar, nükleer kaza karşısında çaresiz kaldılar. Bölgede radyasyona bulanmış topraklar tam bir yıldır dozerlerle kamyonlara yükleniyor ve canlı yaşamından uzakta depolanıyor. Fukuşima'da toprak artık nükleer atık muamelesi görüyor. Kirlenmiş alanda tarımsal ve hayvansal üretim yapmak artık mümkün değil. 40 km. çapında bir daire içerisine ise girmek yasak. Alınan 76 gıda örneğinde izin verilen miktarların üzerinde radyasyona rastlandı. İnek etinden levreğe, mantardan domuz etine kadar birçok üründe sezyum, iyot gibi radyoaktif maddelere rastlanıyor. Balık tutmak, yemek ve satmak hayal. Nâzım Hikmet’in ‘Japon Balıkçısı’ şiirinde söylediği gibi:

“Balık tuttuk yiyen ölür.
Elimize değen ölür.
Bu gemi bir kara tabut,
lumbarından giren ölür.”

Fukuşima artık kara bir tabut; Çernobil gibi. Güya insanlığın gelişmesi için yaratılan teknolojik canavarların en sinsisi nükleer santrallar, bulundukları ülkelerin ekonomik ve sosyal çöküntülerinin de mimarı oldular. Fukuşima’da radyoaktif kirlenmeye maruz kalan ve boşaltılan bazı bölgelerde radyasyon seviyesi 510 milisivert/yıl, boşaltılma kararı için gereken rakamın 25 katı[1].

Kazadan sonra hurdaya ayrılan dört reaktörü bugün yeniden yapmaya kalksanız en az 20 milyar dolar harcamanız gerekir. Reaktörlerin içindeki hasarlı yakıtları çıkarmak en iyimser tahminle 10 yıl, tüm söküm işlemlerinin tamamlanması ise 40 yıl sürecek. ABD’deki Üç Mil Adası kazasından sonra yakıtın reaktörden çıkarılması beş yıl sürmüştü. Siz şu satırları okurken, Fukuşima’daki her bir reaktöre tekrar ısınmamaları için saatte 10 bin tona yakın su basılıyor[2]. Tabii, bu rakamlar Japonya gibi elinde tüm teknolojik imkânları bulunduran bir ülke için geçerli. Mersin’de bir kaza olursa bu temizleme çalışmalarının kaç yüz yıl süreceğini varın siz hesap edin. Çernobil’den sonra halka yedirilip içirilen fındık ve çayı düşünün. Mersin’de meydana gelecek kaza sonrası kaç kasa limon, muz yiyeceğinizi yine varın siz hesaplayın. Antalya’da her denize girişinizde ne kadar radyasyona maruz kalacağınızı… Simitle değil geiger cihazıyla yüzersiniz artık.

Japonya, Fukuşima kazasından sonra ülkedeki diğer reaktörlerin hepsini çeşitli güvenlik testlerine tabi tutmaya başladı. Şu anda ülkedeki 50 reaktörden sadece ikisi çalışıyor. Japonya elektriksiz kalmadı, elektrik üretmenin bin bir çeşit yolu var. Siz bizim yetkililere bakmayın, onlara kalsa “biraz radyasyon kemiklere bile iyi gelir”[3]. Japonya kazadan sonra birçok gelişmiş ülke gibi yeni nükleer santral planlarını iptal etti. Kaza öncesi ülke elektriğinin yüzde 30’unu karşılayan nükleer santrallardan 2050’ye kadar tamamen kurtulabilecekler mi, onu tartışıyorlar.

Kazadan bir gün öncesine kadar ülkemizdeki sözde uzmanlar nükleer santral pazarlamakla meşguldü. Sorsaydınız, “Çernobil benzeri bir kazanın tekrar yaşanması mümkün değil” derlerdi. Zaten Çernobil, Rus teknolojisiydi ve bir insan hatası sonucu meydana gelmişti. Dünyadaki tüm reaktörlerin insanlar tarafından tasarlandığını, kaza riskinin hiçbir sanayi tesisinde (uzay mekiklerinde bile ölümcül kazalar oldu) sıfırlanamayacağını bilmesek bu sözde uzmanlara inanırdık. Bu yalanlara yanıt acı bir örnekle geldi, Fukuşima, en yüksek teknolojinin bile nükleer santrallardaki kazaların önüne geçemeyeceğini, insanların hesaplayamadığı birçok tehlikenin var olduğunu bize öğretti. Ne yazık ki hepimize değil...

2 Mart 2012 tarihinde Mersin’in Akkuyu beldesine kurulmak istenen nükleer santralın Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) Raporu görüşe açıldı. ÇED raporunun tutar yanı yok. Rapordan daha trajik olan aslında Fukuşima’dan bir yıl sonra nükleer santralda ısrar edenler, onun yok etme gücüne inanmak istemeyenler. Sanki gözleri kör, kulakları sağır; sanki lanetlenmiş gibiler. Hükümete oy veren ve kendilerinin dindar olduğunu söyleyen kesime de şaşıyorum. Onların Kuran’ın genel prensibini, bir şeyin zararı yararından daha fazlaysa o şeyin haram kabul edileceğini, yani nükleer enerjinin haram olduğunu bilmeleri gerekmez mi? Sesleri çıkmıyor. Gözleri kör, kulakları sağır ve yürekleri de mühürlü.

[1] One Year After Fukushima, Sharon Squassoni and Andrew Noble, CSIS, 7 Mart 2012.
[2] UAEA, Fukuşima Dayçi durum raporu, 23 Şubat 2012.
[3] Kenan Evren, dönemin Cumhurbaşkanı.

Nükleer enerji karşıtları Fukuşima'nın yıldönümünde sokağa çıkıyor

Japonya'nın Fukuşima Nükleer Santrali'nde meydana gelen nükleer kazanın yıldönümünde Nükleer Karşıtı Platform (NKP) tüm Türkiye'de çeşitli etkinlikler düzenliyor. İstanbul NKP 10 Mart 2012 tarihinde Fukuşima nükleer kazasının yıldönümünde ülkemizi nükleer maceraya sürükleyen sorumluların kınanması amacıyla bir basın açıklaması yapacak.

Basın açıklaması bilgileri:Tarih: 10 Mart 2012 Cumartesi
Saat: 13:30
Yer: Taksim Tramvay Durağı
İstanbul NKP Sekretaryası
EMO İStanbul Şubesi

***
İzmir NKP ise basın açıklamasını 11 Mart 2012 tarihinde (Pazar günü), Cumhuriyet Meydanı'nda saat 12:00'de yapacak.

Mersin’e yapılmak istenen nükleer santral “dandik” olabilir mi?

Mersin'e nükleer santral yapmaya hazırlanan Rosatom'un alt şirketini Rusya'da federal savcılar bastı. Nükleer reaktörlerde kullanılan parçaların düşük kalitede imal edildiği ve yolsuzluk yapıldığı iddia ediliyor.

Özgür Gürbüz-BirGün/4 Mart 2012

Hatırlayın, bizim hükümet Mersin'e nükleer santral yapmak için ihale açtığında dünyanın belli başlı nükleer firmaları bu ihaleye girmemişti. Çünkü ortada yanıtlanması gereken onlarca soru vardı. Kaza olsa mali sorumluluk kimde olacak belli değildi? Binlerce yıl radyoaktif kalan atıklarla ne yapılacağı (nerede saklanacağı, bahsedilen çelik kapların içinde 250 bin yıl sızdırmadan kalıp kalınmayacağı) bilinmiyordu. Ortada nükleer santrallerinin kurulması ve işletilmesi ile enerji satışını tarif eden beş sayfalık bir kanundan başka bir şey yoktu. Evet, bizim nükleer maceramızın temelinde hâlâ bu beş sayfalık kanun var. Sadece beş sayfa! Aklı başında hiçbir firma o ihaleye katılmadı, zaten ihale de daha sonra yargıya takıldı. İhalede teklif veren tek şirket Rusya Federasyonu'ndan Atomstroyexport'tu (Rosatom'a bağlı bir şirket). Hükümet daha sonra baktı ki ihale zor iş, Ruslarla masaya oturup özel bir anlaşma imzaladı. 20 milyar dolarlık işi ihalesiz Rus şirketi Rosatom'un yurt dışındaki işlerini yürüten bir yan şirketine verdi. Rosatom bir devlet şirketi, aynı bize doğalgaz satan Gazprom gibi. Nükleer santral kurmak ciddi bir iştir, öyle yasası, kuralı, şartnamesi olmadan ciddi hiçbir firma böyle bir işe girmez. Ruslar cesaretli davrandı diyelim...

Yolsuzluk ve düşük standartta üretim
Türkiye'ye “en sağlam” nükleer santrali inşa edeceğini söyleyen Rosatom'un başı şimdi Rusya'da belada. Federal savcılar Rosatom'un sahip olduğu makine imalat tesisi Zio-Podolsk'u yolsuzluk ve nükleer reaktörler için düşük standartta üretim yapmakla suçladı. Podolsk'un satın alma müdürü Sergey Şutov hapse atıldı. Şutov düşük kalitede hammaddeyi ucuza kapatıp, aradaki farkı cebe indirmekle suçlanıyor. Soruşturmayı yapan da eski KGB'nin yerini alan Rusya Federal Güvenlik Teşkilatı (FSB). Buraya kadar iş Rusya'nın bir iç meselesi gibi duruyor ama öyle değil, bizi de yakından ilgilendiriyor.

Yurt dışındaki santrallere bu parçalar gitti mi?
Kaç nükleer reaktörün bu ucuz ve düşük kalitede hammadde kullanımıyla imal edildiği ve bu parçaların hangi nükleer santrallerde kullanıldığı belli değil. Norveç merkezli Bellona Vakfı'na göre, makinelerin yapımı için gereken süre ve operasyonun kapsamı nedeniyle hem Rusya hem Rusya dışında inşa edilen reaktörlerde bu malzemeler kullanılmış olabilir. Savcılar bu malzemelerin 2007'den sonra hatta öncesinde üretilip sevk edildiklerini söylüyor. Bu da Rusya, Hindistan, İran, Bulgaristan ve Çin'de yapılan reaktörlerin ne kadar güvenli olduğu sorusunu doğuruyor. Bellona, FSB müfettişlerinin bu reaktörlerin adlarını açıklamamalarından şikayetçi, soruşturmanın doğru yapılmadığını iddia ediyor. Bu iddianın nedenlerinden biri de soruşturmanın aslında Aralık ayında başlamasına rağmen medyaya geçen hafta yansıması. Zio-Podolsk Rusya'nın nükleer reaktörlerde kullanılan ve Rosatom tarafından kullanılan buhar jeneratörlerinin tek üreticisi. Bu da durumun ciddiyeti hakkında fikir veriyor olmalı.

Bizden böyle bir savcı çıkar mı?
Nükleer santral kurmanın ciddiyetini anlatmaya gerek yok. En ufak bir vidanın bile yanlış vidalanmaması gerek. Rusya yıllardır nükleer santral ihraç etmeye çalışıyor ama bu teknolojinin talipleri arasında Batılı tek bir ülkeye rastlamak mümkün değil. Çernobil unutulmadı, Podolsk'ta ve benzeri yerlerde yaşanan olaylar da Rus firmasına güveni azaltıyor. Batı'da güvenlik standartları ve yapım sırasındaki denetlemeler çok sıkı. Devletten bağımsız kuruluşlar yapımı denetliyor ve firmaların gözünün yaşına bakmıyor. Finlandiya'da Olkiluoto reaktörünün yapımında hatalar bulundu ve inşaat beş yıl gecikti. 3 milyar avroya biter denilen reaktör 6 milyara biterse Finliler dua edecek. Denetlemeyi yapanlar, “aman ülke 3 milyar avro ziyan etmesin” deyip hatalara göz yummadılar. Buralardan böyle bir savcı, bilim insanı çıkar mı? Hiç sanmıyorum.

Bizde ise bu denetlemeleri yapacak ne bir ekip, ne de bağımsız bir kuruluş var. Her şey Rus şirketin elinde. Türkiye'de yaşayan milyonlarca insanın hayatını emanet ettiğiniz şirketin bir alt firmasının yolsuzluk skandallarıyla karşı karşıya kalması, ürettiği parçaların kalitesinin sorgulanması sizleri rahatsız etmiyor mu? Nükleeri savunmayı hayatlarının bir numaralı meselesi haline getirenlere soruyorum. Kendi çocuklarınızın hayatlarını bile umursamıyor musunuz? Böylesine ciddi iddialara maruz kalan bir firmayla çalışmak sizce ne kadar doğru? Başbakan Erdoğan, Enerji Bakanı Taner Yıldız ve iktidar partisinin diğer milletvekilleri bu ülkede yaşayanları biraz olsun düşünüyorsa derhal Rusya ile yapılan anlaşmayı feshetmeliler. Lamı cimi yok!

***
Greenpeace'ten çarpıcı rapor
Greenpeace, “Fukuşima'dan alınan dersler” adında, nükleer konusunda önde gelen uzmanlarla birlikte bir rapor hazırladı. Rapor üç önemli noktaya dikkat çekiyor, ilgililerin dikkatine:

  • Japon yetkililer ve Fukuşima nükleer santralini işletenler, ciddi bir kazanın riskleri konusunda yaptıkları varsayımlar konusunda tamamen yanıldılar. Gerçek riskler biliniyordu ancak görmezden gelindi ve üzerinde durulmadı.
  • Büyük felaketlerle başa çıkma konusunda en hazırlıklı ülkelerden biri olarak bilinen Japonya’nın bile, büyük bir nükleer felaket karşısında yetersiz kaldığı ortaya çıktı. Acil durum ve tahliye planları insanları radyasyondan korumaya yetmedi.
  • Radyoaktif kirlenmeden uzaklaşmak için gerçekleştirilen tahliye çalışmaları yüz binlerce insanın hayatını değiştirdi. Bu insanlar, yeterli finansal destek olmadığı için yaşamlarını yeniden kuramıyor. Japonya, nükleer kazanın tüm maliyetlerinden işletici firmayı sorumlu tutan üç ülkeden biri ancak Japonya’da yükümlülük yasası ve tazmin programı gerektiği gibi işlemiyor. Kazanın üzerinden bir yıl geçmiş olmasına rağmen, kazadan etkilenen insanlar kaderine terk edilmiş durumda ve zararlarının çoğu da Japon halkının vergileriyle ödenecek.

Akkuyu için suç duyurusu

Mersin Nükleer Karşıtı Platform, Akkuyu'da kurulmak istenen nükleer santral için Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulundu. Nükleer santralin ÇED raporu alınmadan kurulmaya çalışılmasına itiraz eden Mersinli nükleer karşıtları, ÇED'le ilgili hiçbir karar alınmadan arazinin tahsis edilmesine ve arazide çalışmalar yürütülmesine karşı çıkıyor. 

Mersin Nükleer Karşıtı Platform'un basın açıklamasından aldığım bazı başlıklar şöyle, aynen aktarıyorum:

Akkuyu'da yapılması planlanan  nükleer santralinin Rusya hükümeti ile imzalanan devletlerarası  tesis yapım ve işletim sözleşmesi hukuksuz ve antidemokratik bir sözleşme olması nedeniyle, proje ile ilgili Akkuyuda şu anda yürütülen tüm işlemlerde hukuksuzdur.

Akkuyu nükleer santrali Çevre Kanununun Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği'ne tabii bir projedir. 2872 Sayılı Çevre Kanununun 10. maddesinde “Çevresel Etki Değerlendirmesi Olumlu Kararı" veya "Çevresel Etki Değerlendirmesi Gerekli Değildir Kararı" alınmadıkça bu projelerle ilgili onay, izin, teşvik, yapı ve kullanım ruhsatı verilemez; proje için yatırıma başlanamaz ve ihale edilemez” hükmüne yer verilmiştir. Proje ile ilgili her türlü iş ve eylemden önce mutlaka ÇED kararının alınması gerektiği yasal zorunluluktur. 

Akkuyu Nükleer Santrali'nin tesis yapım ve işletimini üstlenen Akkuyu NGS A.Ş. ÇED için 02/12/2011 tarihinde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'na başvuru yapmış olup, ÇED raporunu henüz alamamışken Akkuyu sahasında inşaat için hazırlık faaliyetlerini başlatmış ve halen sürdürüyor olması, Ayrıca ÇED ‘le ilgili bir karar, başka  bir onay ve ruhsat  alınmaksızın, arazi tahsisinin yapılmış olması yasal değildir.

ÇED Kararı alınmadan bu alan içerisinde her türlü faaliyete izin veren ve bu faaliyetlerle ilgili yasal işlem tesis etmeyen bütün kamu görevlilerinin yasal ve cezai sorumluluğu bulunmakta olup, açıkça suç işlemişlerdir.

Mersin halkı olarak bu hukuksuzluğa dur demek, Akkuyu Nükleer Santrali için ruhsat ve ÇED belgesi olmadan santral alanında her türlü faaliyete izin ve bu izinsiz faaliyetler hakkında yasal işlem tesis etmeyen bütün kamu görevlileri hakkında görevi ihmal, görevi kötüye kullanma, çevre kirliliğine neden olma ve res’en belirlenecek suçlar nedeni ile kamu davası açılması için Cumhuriyet Savcılığı'na suç duyurusunda bulunuyoruz.

Nükleer santrallere karşı bundan sonra da her türlü mücadelemiz devam edecektir. Hükümet Mersin halkının sesini dinlemeli ve Akkuyu Nükleer Santral Projesi'nden derhal vazgeçmelidir.